19 Ağustos 2010 Perşembe

AVRUPANIN EN YUKSEK ZIRVESI-RUSYA/ELBRUZ DAGI

7 KITA ZİRVELERİNDEN ELBRUZ ZİRVESİ/RUSYA
28 TEMMUZ-4 AĞUSTOS 2006


Dünyanın yedi zirvesinden Avrupa kıtasının en yüksek zirvesi Elbrus’a diktim gözümü. Kilimanjaro ve Aconcagua zirvelerinden sonra sıra Elbrus’a geldi.
Altı ay önceden ekspedisyon için gerekli araştırma ve acentelerle yazışmalara başlamıştım. Sevgili dostum Özkan’a Avrupa’nın en yüksek zirvesine gitme planımdan daha önceleri bahsetmiştim. Birlikte gitmeye karar verdik.
Kafkas Dağlarının batı bölümünde “Sonsuz Dağ(Mingi-Tau)” olarak da bilinen Kabardino-Balkar ve Karaçay-Çerkesya arasındaki Elbrus’a gitmek için Moskova üzerinden biletlerimizi aldık.
27 Temmuz’da Moskova’dan “Stavropol Krai bölgesindeki(kray)” çok küçük bir havaalanı, sadece 4km.olan Mineralnye Vody Havaalanında acente görevlisi bizi karşıladı. Kafkas Dağlarının bulunduğu bölgeye gitmek için üçümüz dört saat daha taksiyle yolculuk yaptık.
Sönmüş volkan Elbrus Dağı’na gitmenin heyecanının yanında, eski SSCB topraklarına ilk defa ayak basmanın verdiği merakla her şeyi öğrenmeye çalışıyorum. Halk inanışına göre “Kaf Dağı”, Kafkasya’da.Bugün bile aşılması zor olan masallara konu olmuş Kafkasya Dağları’ndan Elbrus Dağını göreceğiz biz de.
Kabardin Balkar Cumhuriyetinin bulunduğu bölge iki etnik topraktan oluşuyor. Bölgede en nüfuzlu olan Kabardinler Kafkas dili, diğer nüfuzlu topluluk olan Balkarlar,Türk dili konuşuyor.
Elbrus Dağının eteğindeki Baksan Vadisi’nde, teleferik istasyonunun bulunduğu “Şehzade” ismini çağrıştıran “Scheherazade Otel’e” yerleştik. Derin Vadi’den akan nehir sularının yanında Kafkas Dağlarının zirvelerinden Donguz-Orun(Domuz Burnu 4492m))ve Elbrus zirvesi(5642m.),Gürcistan’a uzanan Kafkas Dağlarının karlı zirveleri tüm muhteşemliğiyle karşımızda.
Birinci gün;Ekspedisyonu Rus, İtalyan, A.B.D’li, İskoç,İspanyol,Alman ve Avustralyalı toplam yirmi kişi gerçekleştireceğiz. Dağcıların buluşma noktası burası.Rengârenk bir atmosfer içinde;sohbet, gırgır-şamata uçuşuyor havada. Herkes neşeli, coşkulu. Otele yerleştikten sonra ekspedisyonla ilgili brifing veriyor görevliler. Daha sonra köydeki geleneksel hediyelik süs eşyalarının bulunduğu mağazaları gezip bir şeyler yiyoruz. Köyde bir grup Türk’e de rastlıyoruz. Yıldız Üniversitesi’nden bir grup da kendi imkanları ile gelmiş.Otel yerine çadırda kalacaklarmış.Tekrar karşılaşacağız ileriki günlerde, ama hiç tahmin etmediğim şekilde.
İkinci gün; Otelden Cheget Köyü’ne yürüdük. Aklimatizasyonu yorulmadan yapmamız için telesiyejle çıkarıp indiriyorlarmış. Biz de buradan küçük telesiyejlerle 3600m yükseklikteki Cheget Dağının zirvesine çıktık. Güneybatıya uzanan dağ silsilesi muhteşem. Bulutlar açtıkça Donguz İni ve Elbrus’un zirvelerini görüntüledik. Yürüyerek inmeye karar verdik. Dönüşte bölgenin kaplıcalarından birine uğrayıp otele döndük.
Üçüncü gün; Tüm dağcılık malzemelerimizi yanımıza alıyoruz. Telesiyejlerle ana kamp yerimize 3900m.ye gidiyoruz. Barrels Huts’ta kalacağız. Hava oldukça soğuk. Sert bir rüzgâr hâkim. Tren vagonuna benzeyen küçük silindir barakalardan birine İskoç, Alman ve biz toplam 4 kişi yerleştikten sonra giyinip aklimatize olmak için 4200-4300metrelere,Pastuchkov kayalıklarına kadar çıkıp iniyoruz. Barakaya çekilip sessizlik içinde meditasyon yapıyorum bir süre. Daha sonra gruptakilerle tanışıp sohbet ediyoruz. Bizim çıkışımızdan bir hafta önce,zirve deneyen on bir dağcının öldüğü söyleniyor. İklim sert. Buzullar zorlu. Moralleri yüksek tutmalıyız, ama akılcı risk almak gerek.
Dördüncü gün; Zirve yolculuğuna çıkmadan bir gün önce gene aklimatizasyon için 4300m.ye kadar çıkıyoruz. Bugün hava açık. Zirve gerçekleştirecek ekibimiz, kar ve buz eğitimi alıyor sırayla.
A.B.D’li baba-oğul Jim ve Kim Fisher ile tanışıyorum bu esnada. Alaska,”Mckinley Zirvesi”yapmışlar on sene önce. “Hep beraber bu zirveyi sizinle yapalım bir gün tekrar.”,diyorum.” “Neden Olmasın? “,diye cevap veriyorlar. Özkan her zamanki misafirperverliğini göstererek Doğu Karadeniz’e davet ediyor onları.
Sekiz kişilik İtalyan grup da kar eğitimi alıyor. Hepsinin kıyafeti aynı, üzerlerindeki logo oldukça garip ama; Tabut şeklinde bir logo! Kıyafetlerin üzerindeki fermuarlar bile tabut biçiminde! Akşam yemeğinde bir araya gelince dayanamayıp soruyorum; Bu sembolün dağ kıyafetleri ile ne ilgisi var? Meğer bu ekspedisyonu gerçekleştirmeleri için kasabalarındaki cenaze levazımatçısı sponsor olmuş onlara. Tek bir şart öne sürmüş ama;”Hepinizi sağlam bekliyorum. Sakın ola ki içinizden biri hayatını kaybetmesin! Bu takdirde sponsorluk masraflarını karşılamaktan vazgeçerim.”,diyerek.
Beşinci gün; Zirve günü uzun bir gün olacak. Sabah 3’te ana kamptan ayrılıp kar arabalarına binerek bir süre yol alıyoruz.Daha sonra grup,tek sıra rotaya girerek dik buzul üzerinde uzun soluklu bir tırmanışa başlıyoruz.Güneş doğarken Pashkutov Kayalıklarına ulaştık.Şansımıza açık ve güneşli bir gün.Sırt üzerinden 40-45 derece meyilli buzul üstünde ilerliyoruz .Olası kaymalar ölümcül sonuçlara yol açabilir.Dik sırtta zaman zaman kazma ile dengeyi koruyabiliyoruz. Bir sırttan bir sırta geçiş azami dikkat gerektiriyor. Sert rüzgârla bozulmuş buzul yüzeyi de çok tehlikeli. Rotadan çıkmamak gerek. Deve hörgücünü anımsatan küçük zirve ile ana zirve arasındaki küçük platoda biraz dinlendikten sonra tırmanışa devam ediyoruz. Ana Zirveye çıkmak üzere ana ipe girerek 50-55 derece eğimle yükseliyoruz. Baş ağrısı ile mücadele ediyorum bir yandan.Yaklaşık sekiz saatlik tırmanış ile zirveye ulaşıyoruz.Sesimiz soluğumuz kesildi.5642m. ile kıtanın en yüksek noktasındayız.Başardık!Hava kapamadan birkaç görüntü almayı başarıyoruz Özkan ile.
On beş-yirmi dakika gruptakiler, birbirimizi kutladıktan sonra inişe başlıyoruz. İniş çok daha zorlu. Performansı iyi dağcıların bile gücü tükenmiş. Sık sık kaymalar, düşmeler oluyor. Kazma çok yardımcı, ama güneşle birlikte ısınarak eriyen buzul, akşama doğru tekrar şeffaf buz haline geliyor. Kramponla bile bu yüzeyde düşme riskleri atlatıyoruz sık sık.3 saat olarak öngörülen iniş 5 saate yakın sürede tamamlanabiliyor. Nihayet Barrels Hut’tayız tekrar. Biz zirvedeyken, helikopter ile arama- kurtarma çalışmaları yapılıyordu. Ana kampa döndüğümüzde dört kişinin öldüğü haberi geliyor. Üzülüyoruz.
Bizden kısa bir süre sonra ana kampa, Yıldız Üniversitesi’ndeki gruptan bir Türk tek başına, tamamen akut olmuş ve bilinçsiz bir halde geliyor.Bu halde nasıl gelebilmiş buraya?Asıl grubundakiler nasıl yalnız bırakmış onu?Tamamen ölüme terk etmek demek bu yapılan! Hiç etik değil!En azından bir kişinin dönüşte ona eşlik etmesi gerekirdi.Tesadüf eseri hayatta kalmış.Heryeri yara bere içindeydi.Yardımcı oluyoruz kendine gelmesi için.Geceyi ana kampta geçiriyoruz.
Altıncı gün; Dağ oteline yürüyerek iniyoruz. Yorgun ama çok huzurluyum.Teleferik istasyonunun önündeki meydanda dağcılar hep birlikte,yemek yiyip sohbet ederek başarımızı kutluyoruz.Daha sonra gruptan ayrılarak otele dönüyoruz.Burada da ilginç halk dansları yapan ekibi keyifle izliyoruz..
Yedinci gün: Baksan Vadisi’ne veda etme zamanı geldi. Büyük bir ihtimalle bir daha görüşemeyeceğiz ama, biz yaşadıkça başka zirvelerden selam göndereceğiz Avrupa’nın en yüksek noktasına.
Mineralnye Vody Havaalanına yakın Piatigorsk şehrinde bir gece daha geçiriyoruz.
“Yollar gitmekle biter.”,diyoruz ve içimiz huzurla dolu bir şekilde Moskova üzerinden yurda dönüyoruz.
Haki ENGIN
Özkan YASAR

20 Haziran 2010 Pazar

MELİKLER YAYLASI DEDEGÖL VE KÜPE DAĞLARI
















DEDEGÖL DAĞI VE KÜPE DAĞI
13-14. 06,2010


Antalya, Isparta ve Konya arasındaki geniş bir bölgede büyük bir serüven bekliyor bizi. İlk hedefimiz Isparta.Isparta iline bağlı Yenişarbademli ilçesinde, Beyşehir ve Eğirdir Gölleri arasındaki Melikler Yaylasına kamp kuracağız. Ardından da Anamas Dağlarından 2970m.lik Dedegöl Dağı’na zirve yapacağız.

Öğle saatleri yola çıkıyoruz. İki gündür gerekli ihtiyaç malzemeleri, yiyecek içecek devamlı alışverişteydik. Yanımızda hiç abartısız on gün yetecek kadar yiyecek, içecek var. Isparta’ya yakın yörenin meşhur kirazını, kayısısını da almadan edemiyoruz. Isparta’dan Eğirdir Gölü’ne uzanıyoruz. Yemyeşil göl kenarındaki bir balık lokantasındaki öğle yemeği sonrası, meyve bahçeleri zengin köyleri geçiyoruz.Ardıç,karaçam,köknar,sedir ve yaban kavakları arasından kamp yerine ulaşmamız akşamüzeri beşi buluyor.

Kamp yeri oldukça kalabalık. Piknik için günübirlik gelenlerin dışında on beş-yirmi çadır var biraz ileride. Çadırımızı kurduktan sonra “Ne yapalım?”,diye düşünüyoruz. Doğanın güzelliğini sessizlik içinde dinlemek ve dinlenmek pek mümkün değil bu kalabalıkta.
Hadi yönümüzü dağa çevirelim. Yorucu bir işgünü, az uyku ve uzun bir yolculuk sonrası, dağa çıkmak için de oldukça geç bir saat! Yapabilir miyiz? Yaparız! Bir ilk gerçekleştiririz!
Güneş battıktan sonra çok serin ve rüzgârlı olur yukarısı. Alaca kardan geçmek gerekebilir. Tüm malzemeleri yanımıza alıp 17.20’de yola çıkıyoruz.
Hörgüçlü doruk bizi bekliyor. Sarılı, morlu rengârenk çiçekler her yeri kaplamış. Enfes çiçeklerin kokusu, kekik kokularına karışıyor. Karamukların tadına bakıp kır çiçekleri arasından patika üzerinden sırttan döne döne yükseliyoruz. Gün batmak üzere. Beyşehir Gölü ve diğer dağların muhteşem zirveleri bize eşlik ediyor.Hava hala ılık.Batarken görüntüleyelim demeye kalmadan güneş bulutların içine düştü,yokoldu. Kamp alanı ve daha aşağıları, gecenin zifiri karanlığına girdi çoktan, ama bu irtifada gün ışığı hala bize yeterince ışık veriyor.Hava tamamen kararınca da bir çözüm buluruz.Ay ışığı fener gibi aydınlatır, kayalara ve taşlara vuran ışığı bize yol gösterir.”, diyoruz iyimser ruh haliyle.
Patika bitti. Dik kayalardan yükselmemiz gerek şimdi.Karanlık iyice çöktü ama,beklenen Ay görünmüyor bir türlü.Bugün çalışmıyor, izinli galiba!
Alın fenerlerimizi takıyoruz. Alın feneri olmasa zifiri karanlıkta siyah bir noktayız.Birbirimizi görme ihtimalimiz kalmadı yan yanayken bile.Şükür yeterli yedek pil yanımızda.Gece uzun olacak. En küçük bir dikkatsizlik ölümcül bir risk demek. Çok dikkatli bir şekilde tırmanmaya başladık. Hiç mola vermedik buraya kadar. Bir iki dakikalık su ve kuru üzümlü enerji takviyesi ile son bölümü de tamamlıyoruz.
Tam dört saat sürdü zirveye ulaşmamız.Sert bir rüzgar bizi bekliyor burada Yanımıza aldığımız zeytinler ne lezzetliymiş!3 litre suyu da kana kana içip bitirdik neredeyse.
Hörgüçlü zirveye dedegül zirvesi deniyor.Söylenceye göre doruğa adını veren gülleri erenlerden sayılan bir “dede” dikmiş, zamanla doruk “dedegül”, dağın genel adı ise “dedegöl” adını almış.
Kırk dakika kadar dinleniyoruz rüzgar ve soğuk olmasaydı da burada kalabilseydik.Bivaklarımız yanımızda olsaydı keşke!
Saat 10’da dik ve keskin kayaların arasından inişe başlıyoruz. Kayalar uçurumda bitiyor.Uçurumların kenarından keskin dik kayalıklardan en uygun şekilde inmeye çalışıyoruz.Kalbim yerinden çıkacak.Bu kadar adrenalin yorgunluktan eser bırakmadı.Ama bir süre sonra bir kaç kere yorgun adımların etkisiyle yalpalayıp düşmeye başlıyorum.Çevikçe kalkıp derin bir nefes ve devam.Aziz Nesinin “Aferin İnce Yanı” hikayesindeki gibi kendimi motive ederek.
Zifiri karanlıkta yön bulmak çok zor.Sanki uzay boşluğundayız.Ayakları yere sağlam basmak gerek. Doğru yönde ilerleyebilmek için küçük keşifler yapmak zorunda kalıyoruz. Ufalmış taşlar ve çayırlık üzerinden kayarken baton yardımcı.İnişe hızlı başladık ama,uçurumda biten kayalar,un ufak olmuş taşların üzerinden kaymamaya çalışmak, patikayı bulmak oldukça zaman aldı.”En iyi dağcı bile 2 metreden düşüp ölmüş”.Aklımızdan çıkartmamamız gerek. Başka tekrarı yok hayatın!
Uzaktan görülen cılız kamp ateşiyle birlikte köpek sesleri duyuluyor şimdi. Gece yarısı bir de köpeklerle uğraşmak zorunda kalmayalım! Elimize birkaç taş alıyoruz,caydırıcı olsun diye.
Kamp alanına yakın ”İbiş kızı Ayşe Pırtık’ın türbe mezarına” ulaştığımızda saat gecenin biri. Gün saatinde zirveye çıkış,üç-üç buçuk saat sürer.İniş de ortalama iki saat alır.Bizim gece çılgınlığı toplam sekiz saat sürüyor!
Köpekler sustu çok şükür. On beş dakika daha orman içinden devam ederek çadırımıza ulaştık. Yorgunuz.Yattığımız yeri beğeneceğiz!
Kuş cıvıltılarıyla sabah yediye kadar deliksiz uyumuşuz. Melikler Yaylasının rengârenk çiçekleri ve enfes dağların arasında tertemiz havada ağır ağır kahvaltının tadını çıkarıyoruz.Enerji doluyuz. Dağ, yaşam enerjisiyle dolduruyor insanı.
Etraftaki çöpleri de toplayalım. Her sene yüzlerce kişinin katıldığı şenlik sonrası çok kirli bırakıyorlar burayı. Bu sefer temiz,fazla çöp yok. Topladığımız çöpleri çöp kutusuna götürürken, birçok çadırın bulunduğu yerden birileri sesleniyorlar bize.”Bir çayımızı için lütfen.” ”Peki”,diyoruz. Ankara’dan gelmişler. Bir ilköğretim okuluna kamp yaptırıyorlarmış. Akşam sizi gördük dağa çıkarken. Endişelendik. Bir süre takip ettik, bir şey olursa arkanızdan yardım için gelecektik! Patikadan yükselmeye devam ettiğinizi görünce bunlar tecrübeli diyerek rahatladık.”, diyorlar. Sağ olsun duyarlı ve yardımsever doğa dostları! Biraz sohbet ettikten sonra çadırımızı toplamak üzere yanlarından ayrılıyoruz. Çadırı toplayıp çok yakındaki Pınargözü Mağarasına gidiyoruz.
Beyşehir Gölü’nü besleyen kaynaklardan, Dedegöl Dağının 1550. metresinde bulunan Pınargözü mağarasından son derece soğuk bir su çıkıyor. Bilimsel adı“speleoloji” olan, mağaracılık bilimi literatüründe önemli bir yeri olan Pınargözü Mağarasına araştırma ve haritalandırma çalışmaları devam ediyor.
Şimdiki hedefimiz, Konya’nın Seydişehir ilçesinde batıdan güneye uzanan 2551m. yükseklikteki Küpe Dağı.

Beyşehir Gölü kıyısından yola koyuluyoruz.İç Anadolu’dan Isparta’ya uzanan tektonik bir çökeltide yer alan Türkiye’nin üçüncü büyük gölü; berrak suyu, adaları ve yeşille bezenmiş kıyılarıyla enfes. Beyşehir Gölü Milli Parkı Koruma alanı kapsamında bulunduğu için hiçbir yapılanma, balıkçılık vb. faaliyet yok. Tamamen bakir bir bölge.Bol miktarda balık bulunuyor. Enfes kalkerli kayalar arasından bodur ağaçlarla bezeli kıyı şeridi Ege Bölgesi’ni çok benziyor.
Gölün üzerindeki ormanlarla kaplı küçük adalar, tropikallerde okyanus üzerinde mangrove ormanlarıyla kaplı adacıkları anımsatıyor.Öğreniyoruz bu adacıklardan belli başlıların isimlerini;İğdeli, Akburun, Kızkulesi, Mada, Yılanlı, Külbent.

Yeni açmış nilüfer çiçeklerini fotoğraflayıp “Neden olmasın!”,diyerek göle girmeye karar veriyoruz.Tatlı ve berrak suyun içinde,küçük bir adacığa bir saatten fazla yüzüyoruz.Oh be!Dağ sonrası tam bir su şöleni!Doğa tüm güzelliklerini sunuyor bize.

Küpeli Dağına gitmek için uzun bir rota seçiyoruz kendimize. Yüzlerce leyleğin barındığı “Dünya Leylekler Vadisi” olarak ünlenen Yeşildağ Kasabası’na giriyoruz önce.Av tüfek Sanayi ile tanınmış Huğlu ve Üzümlü Kasabalarından da geçiyoruz.Seydişehir ilçesine vardığımızda yağmur başladı.Yol boyunca yağmur bulutları peşimizdeydi zaten.Yaz yağmuru çabuk geçer.Buradaki yemek molasından sonra ,her ihtimale karşı kürek ve kazma satın alıp Taraşçı Kasabası’nın yolunu tutuyoruz.Niyetimiz Kasaba’nın kuzeyindeki Cinkur Yaylası’na kamp kurup buradan Küpe Dağı zirvesine çıkmak.
Seydişehir’e çok yakın kasabaya ulaştığımızda gök yarıldı sanki!”Nasıl gideriz?”, diye adres sorduğumuz birkaç köylü gülerek, “Gidimezssiniz, yaaylıya yol yoh!”diye uyarıyor bizi.
Dar bir toprak yoldan devam ediyoruz.Dedikleri gibi 2-3km.sonra yol bitiyor.Küpe Dağı ve eteğindeki köknar ağaçları ile Cumkurt Yaylası karşımızda.Yayladan dimdik uzanan testere sırttan ine çıka giden uzun bir rotayla ulaşılıyor buradan zirveye.Kaya tırmanışı için uygun da o gün bugün değil.
Bir kavak ağacının altında Cumkurt Yaylası ve Küpeli dağının tam karşısında bekliyoruz aracın içinde. Dağın eteklerinden çok sayıda pınar ve kaynak çıkıyormuş.Bir kaç tanesi de bize manzara oluyor arabanın ön camından.Yağmur biraz dinsin.Biz de arabadan çıkıp çadırımızı kurarız. Bekliyoruz.Bekliyoruz.Yağmur üç saatten beri şiddetle devam ediyor. ”Ben ocakta çorba kaynatayım.”diyor Haki. Yağmur altında çorba çok güzel gidiyor. Hava sıcak aslında ama sağanak yağmur altında olma fikri üşütüyor beni. Yağmur dinmedi, ziyafete devam. Dumanı üstünde bol baharatlı makarna da pişiyor hamarat ocakta. Ağaçların dallarından dökülen sular, esen rüzgârda daha çok ıslatıyor. Bulunduğumuz bölge tamamen engebeli. Çadır kurmak için uygun bir alan yok. Yağmur hala dinmedi.”Arabada yatar, sabah erken dağ çıkışına başlarız.”, diyorduk ama saat henüz 8.30.Vakit geçmiyor.”Dönelim mi bekleyelim mi?”Dönmeye karar veriyoruz.”Bir başka sefere.”, diyerek dönüyoruz Küpe Dağı’nın eteğinden.
Yolumuz uzun .Anayola çıktıktan sonra Antalya’ya 208km.daha var.Kuğulu Göletini,Tınaztepe Mağarasını geçiyoruz.Bir başka sefer buraları vakitli görürüz.,diyerek devam ediyoruz.
Bölgeye karasal iklim hâkim. Kışın çok kar yağıyor. Yol kenarındaki kar ölçerler de oldukça yüksek bu sebeple. Yol virajlı devam ediyor. Pick-up aracımız virajlardan birinde biraz hızlı girmemizin de etkisiyle kaygan asfalt zeminde kontrolden çıkıyor. Karşı yönde gelen kamyon yavaş geldiği için ona çarpmaktan kurtulduk. Ama aracımız yolda zikzak çizmeye devam ediyor.Haki soğukkanlı manevralarla üç dört zikzak yaparak kar ölçere de çarpmaya ramak kala kendi yönümüze sokmayı başarıyor aracı. Yorgunluktan eser kalmadı. Mutlak bir kazadan kurtulduk.Küpe Dağı kulağımıza küpe olsun.Bundan sonraki bölümde yola pür dikkat ediyoruz.Bol maceralı geçen iki günün sonunda geceyarısı Antalya’ya ulaşıyoruz.

Ebru OZAGCA
Haki ENGIN

6 Nisan 2010 Salı















KÖPRÜLÜ KANYON-DELİSARNIÇ-BALLIBUCAK-KESTANELİK
3.04.2010


Doğa ve tarihin binlerce yıldır birbirini kucakladığı benzersiz güzellikte Ballıbucak-Kestanelik-Delisarnıç arasında keşif yapacağız. Gün ışığından mümkün olabildiğince faydalanıp alternatif rotaları da öğrenmek istiyoruz. Uzun bir gün olacak.
Sabah 06.30’da Antalya’dan hareket ediyoruz. Köprülü Kanyon’u ve Romalılardan kalma antik Oluk Köprüyü geçip Köprüçay nehri ve orman boyunca ilerliyoruz. Selge Antik Şehri ve Altınkaya Köyü arasındaki patikadan devam ediyoruz. Ovacık Dağı ve Bozburun Dağı’nın dimdik karlı zirveleri bahar güneşi ve çiçek açmış ovalarda enfes bir panorama oluşturuyor.
Tahta bir çit yolu kapadı. Sürgüsü kilitli ise başka bir çıkış yolu bulmamız lazım. Neyse ki itince çitin altına monte edilmiş el arabası tekerleği ile kapı kolayca açılıyor. Hayvanlar kaçmasın diye yapılmış bu çit kapılar. Birkaç yerde daha karşımıza çıkıyor.
“Kahvaltı yapabileceğimiz bir yer var mı?”,diye soruyoruz köylülere.”Kahvaltı değil ama size rehberlik yapabilirim.”, diyor köylünün biri. Yaz boyunca yerli ve yabancı grupları civarda dolaştırıyormuş! Amatör turizm iyi günler diler.
Bahar çiçekleri açmış ormanda gizlice ekilmiş buğday tarlaları. Manzarası bol bir alanda biz de kendimize yer açıp kahvaltımızı kendimiz yapıyoruz.

Bir süre daha yol alıp 8.25’te Oluk beldesine varıyoruz. Uygun bir viraj kenarında aracı park edip ormanın içine giriyoruz. Şöyle bir bakalım etrafa. Çantaları çıkarmayalım şimdilik arabadan. Patika keşif için çok uygun. Köknar, ardıç ve çamların arasında, büyük kalker kayaların üzerinden hızla yükselerek boğaza ulaşıyoruz. Enfes bir manzara. Boğazdan vadiye inen yolda bir ara patika kayboldu. Akıllı bir manevra yapıp patikayı buluyoruz tekrar. Domuzların eşelediği toprak yolda bir tek bizim izlerimiz. Orman içinde devam edip bir buçuk saat sonra bir köye çıktık. Keşifte heyecan, sürpriz ve bilinmezliğin cazibesi. Burada yaşayanlardan da bilgi almak gerek.



















Delisarnıç buradan ne kadar sürer?”,diye soruyoruz karşımıza çıkan bir kadıncağıza.”Burdan beş gilometre ya va ya yoh.Siz Susa yolunu tagip edin.Goleyce gidesiniz arabaylan.”diyor.”Biz arabayla gitmek istemiyoruz.Dağcıyız .Orman içinden,patikadan yürümek istiyoruz.”,diyoruz.”Ha şuudaki Bozburun’a gidin,gaarda da yatin.”,diye cevap veriyor.Şaka mı ciddi mi anlamadık.”Biz ,göylü yürümesi yarım saat -gırk dakka anca va burdan öteye.”,diye tamamlıyor sözünü.”Peki.Sana kolay gelsin.”diyoruz. Yanımıza oldukça yaşlı biri geliyor bu sefer. Biraz önce tamamen doğanın içindeydik. Şimdi ise halkın kucağında!”Türk müsünüz, turist mi?”,diye soruyor emicem.”Türküz, Türk!””Peki vatanınız nedir?”Hayda! Lisanımız aynı Türkçe ama deyişler çok farklı.”Haki anlıyor neyi sorduğunu emicenin.”Antalya’dan geliyoruz.”diye dindiriyor merakını.















Birkaç köy evini geçerek ormana giriyoruz tekrar. Kestane, ceviz ağaçları arasından DeliSarnıç’a ulaşmamız yarım saat değil tam iki saat sürüyor hızlı tempoyla üstelik. Arabadan suları yanımıza alsaydık keşke.
Saat 12’ye 10 var. Karşımıza çıkan ilk köy evinden bir bardak su rica ediyoruz. Esma ve Mustafa Aslan çifti bizi buyur ediyor. Emekli olduktan sonra Antalya’dan buraya yerleşmişler.20 senedir yaz kış burada yaşıyorlarmış. Milli Park ilan edilmiş bölge, ilan edilmiş edilmesine de antik sarnıçların etrafındaki geniş ormanlık alanları köylüler tellerle çevirmiş; Tarım ve hayvancılık yapıyorlar. Milli park, kamu arazisi hiç fark etmez. Benim kentlim, benim köylüm işini bilir!
Doğal ceviz ve kestane ağaçları bol bu bölgede; Antalya civarında tek kestane yetişen yer burası. Yüzlerce yıldan günümüze gelmiş dev gövdeli, çınarımsı kestane ağaçları.
Bu sene kış çok yaman geçmiş. Biz de Bozburun’un eriyen kar sularından içiyoruz kana kana.”Arabayı alıp gelelim de, bir soluklanırız burada.”,diyerek hızla ayrılıyoruz yanlarından. Araba yolundan yürürken, siyah bir jeep yanaşıyor “Hello!”,diyerek yanımızdan geçiyorlar. Onlar mı yabancı, bizi mi yabancıya benzettiler?
Yarım saatte arabanın yanına ulaşabildik. Arabayla aynı yolu geçmek de bir on dakika sürüyor; çok dönemeçli ve bozuk çünkü.
Esma Nine biraz önce gördüğümüz siyah jeepten inen çifte bir düzine saç ekmeği ikram ediyor.”Where are you from?”diyor yabancı çift Haki’ye.”Türküm Türk. Ya siz?”İsrail’den geliyorlarmış. Tahta çitleri nasıl açıp geldiler buraya biz bile bilmezken! Bölgeye İsrailliler çok geliyormuş mevsim ısınınca. Bizimle ilgili her şeyi bizden daha iyi bildikleri kesin. Kendi menfaatleri için elbette. Ellerinde İbranice Türkçe bir kâğıt. Çiftin bayan olanı ekmeği alıp”Tekşür edrim.”,diyor kâğıttan okuduğu kadarıyla.”Çok yapmacık.”,diye düşünüyorum içimden. Bizim memleket insanı hep konuksever. Haki, Esma Nineye dönüp ”Ekmeğin parasını alın.”,diye öğüt veriyor.
Öğlen oldu. Esma Nine,ayran yanında katıksız köy yumurtası ikram ediyor bize.”Benim davuhlar buudaydan belli bişi yimezler,ooganik yumuuta bunlaa”,diye övünerek. Mustafa Amcayla da biraz sohbet edip sarnıçlara yürüyoruz.














Antik sarnıçlar mistik bir ciddiyetle gökyüzüne yükseliyorlar. Kapadokya’dayız sanki. Konglomera kayalarından oluşan sarnıçlar; kum ve çakılın basınçla birleşmesi ve zamanla sertleşmesi sonucu oluşmuş. Antik dönemlerden bugüne her türlü zor koşullardan çıkıp sapasağlam gelmişler günümüze ama birkaç sene önce insanların kazı yapmaları, tahrifatları, hayvanları sulamak için kullanmaları sebebiyle çökmeler olmuş yer yer.
Arabayı burada bırakmaya karar verdik.13.15’te yola düşüyoruz tekrar. Mustafa Amca dev kestane ağacının akabinde ceviz ağaçlarından çıkan patikaya eşlik ediyor bizimle. Konglomera kayalar burada da çok farklı bir güzellik sunuyor; Agora’da toplantı yapan dev insanlar gibiler son derece şekilli hatlarıyla. Sağından solundan tepesinden çıkmış ağaçlar, soluklanıyorlar. Bazı kayalara saç olmuş yemyeşil sık sarmaşıklar.














Sık orman içinden dik meyille yükselen belli belirsiz patikadan Hacıyurdu mevkiine bir saat sonra ulaştık. Bahar çiçekleri birkaç hafta içinde burayı rengârenk süsleyecek.1350 metreye yükseldik ama Ballıbucak gözükmüyor henüz. Orman içinde patikadan devam edelim. Karşımıza ormanın içinde büyük bir alana tek başına çit geçirmeye çalışan yaşlı bir köylü çıkıyor.80 yaşlarındaki Bayram Dilsiz, bize tarif ediyor nasıl gideceğimizi. Ballıbucak buradan iki-üç saat sürermiş.”Siz eyisi mi Gestanelik yoluna girin şu malların yemlediği gaaşıdaki çam ağacından sağya sapıp.”,diyor. Peki, emice, seni mi kırıcaz. Sen de maşallah yaşına göre çok iyi görünüyorsun.
Belli belirsiz yolda zaman zaman patikadan patikaya geçerek,yeni çok kullanılmayan patikaların izini sürerek,,zaman zaman geri dönerek Ballıbucak köyünün eteğine 16:00 civarı varıyoruz.Gün bitmeden Delisarnıç’a çıkalım kestanelik mevkiinden.















Anıt kestane ağaçları dev kayalara bırakıyor yerini. Yan yana dizilmiş kayaların arasında çok rahat gecelenebilir çadırdaymış gibi. Kayaların arasındaki dar yollar ise antik dönemlerden kalma birçok döşemealtı yollarıyla devam ediyor.Taş basamaklar son derece düzgün.Bu yollardan geçmek bize de nasip oldu!
“Ne güzel! Hiç çöp, insan izi de yok.”,diye düşünürken pet şişeler, çöpler çıkmaya başlıyor etrafta. Zaten on-on beş dakika sonra da Delisarnıç’ın diğer yakasındaki yerleşim alanına çıkıyoruz;”İnsan demek, atık demek, çöp demek.” ,tezini doğrularcasına.
Döşemealtının bittiği köşedeki bahçenin sahibi Şaban Bey “Maşallah Türkçeyi benden güzel konuşuyorsun.”,diyor Haki’ye. Buraya galiba sadece yabancılar geliyor. Bizim Türk olduğumuzu bir türlü kabul edemiyorlar buranın insanı.”Hanım kız Türk mü peki?”,diye soruyor bu sefer! “İsrailliler çok geliyor, bazen de Almanlar.”diyor. Birer bardak sularını içip Delisarnıç’ın diğer yakasına, arabayı bıraktığımız yere varıyoruz. Saat altı olmuş.
“Uzun ve çok keyifli bir keşif oldu. Sabah, Köprülü Kanyon üzerinden gelmiştik. Dönüşü Hasdümen köyü üzerinden yapalım. Buradaki Balıkçı Nihat’ın yerinde kendimizi ödüllendiririz.”,diyoruz, diyoruz da Hasdümen Köyü’ne bağlanan yol, ödül değil ceza oluyor bize! Kıştan yeni çıkmış yol. Yağışlardan yer yer çökmüş, yarılmış. Taşlar, kayalar yolu kapatmış. Geri dönülebilecek bir alan da yok. En fazla 20 km hız yapabiliyoruz araçla. Plansız programsız Off-road safari yapmak zorunda kaldık.Hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Yaklaşık iki buçuk saat sonra bozuk yol bitti. Nispeten daha düzgün bir yoldan devam eden yol bizi balıkçıya ulaştırdı nihayet.
Karnımızı doyurup hoşbeş sohbet ediyoruz. Tavşankanı çaylarla yorgunluğumuzu kandırıp yola koyuluyoruz tekrar. Köyden çıkıştaki köprünün başını tutmuş iki kişi ”Durun, durun!”, diye bağırıyor bize. Biri fenerini arabanın içine, sonra da yüzümüze tutmaya çalışıyor.”Ya siz kimsiniz. Ne hakla bizi durdurmaya çalışıyorsunuz!”,diye kızıyor Haki. Yolda karşılaştığımız jandarmaya durumu anlatıyoruz.”Köyde hayvan hırsızlığı çok oluyor. Köylüler de kendilerince böyle bir çözüm bulmuş. Bölgeden geçen büyük yabancı araçları kontrol etmeye çalışıyorlar.”diyor jandarma.”İyi de kanun var, nizam var.”Her aklına esen kanunu ben yaparım, ben uygularım derse vay halimize!”
“Keşifler hep sürprizlerle dolu olur, ama bugün oldukça farklı bir gün oldu.”,diyerek varıyoruz Antalya’ya gece sularında.

Ebru OZAGCA
Haki ENGIN

TAYVAN-JADE (YUSHAN DAGI)ZİRVESİ

Tropikal adalarda geçirdiğimiz maceralı yolculuk, Bali’de geçirdiğimiz birkaç günün ardından sona eriyor. Gezinin ikinci bölümü Tayvan topraklarında devam ediyor.
3-14 Mart 2010















Serüvenle dolu gezinin ikinci bölümü; Endonezya’nın tropikal adalarından Doğu Asya’da, Çin Cumhuriyetinin güneydoğu sahillerindeki en büyük adası subtropikal Tayvan’a, diğer bilinen adıyla Formoso’ya çeviriyorum yönümü.
Endonezya’da, muson yağmurları gerekçesi ile dağın ve milli parkın tüm girişlere kapatılması sebebiyle dağa çıkamadık. Tayvan’da mutlaka en yüksek zirve, 3952m. yükseklikteki Jade’ye(Yuhsan)çıkmayı deneyeceğim.
Uzun bir yolculuk bekliyor beni. Bali’den Jakarta’ya oradan da Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’a varıyorum gece yarısı. Kuala Lumpur’dan Tayvan’ın başkenti Taipei’ye uçuşum ertesi sabah. Dört saatten fazla sürüyor uçuş. Öğle saatleri havaalanındayım. Tarih 3 Mart 2010.
23 milyonluk kalabalık nüfusuyla Tayva,n tahmin ettiğimden çok modern ve düzenli. Küçük bir ada için oldukça kalabalık bir nüfus; Japonya’ya çok benziyor.
Tüm işaret ve levhalar Çince ama yardım almak çok kolay. Arayıp sormama gerek kalmadan hızlı trenlere biletimi alıyorum. Saatte 300km. hız yapan tren, Japon teknolojisi ile 2007’de hizmete girmiş. Batı sahilinde Taipei’den Kaohsiung şehrine kadar toplam 345 km. mesafe gidiyor. Ben Jade Dağı’na yakın Tayvan’ın güneyinde yer alan Tainan şehrinde ineceğim. Tren çok modern. Yemyeşil ormanlar ve modern yapılar arasından süratle gidiyoruz.
Akşam beş gibi Tainan’da iniyorum. Hava ılık. Endonezya’nın ağır, bunaltıcı nemli havasından sonra nihayet burada nefes alınabiliyor. Bir taksiyle şehir merkezine geliyorum. Çok modern bir tatil kasabasını andırıyor şehir; düzenli ve temiz. Tayvan’ın dördüncü büyük şehri 1600lerden 1800’lerin sonuna kadar ülkenin başkentiymiş burası.
















Şehrin ana caddesi bizim küçük şehirlerdeki Cumhuriyet Caddesi benzeri.Cadde üzerinde bir otele yerleşiyorum. Şehirler çok ilgimi çekmez ama biraz tanımaya çalışıyorum akşamüzeri. Tarihi binaları ve harabelerinin yanında şehre özgü Tainan kanalı, Japon sömürge döneminden kalma. Bu kanal ile Anping Limanı’ndan deniz, şehrin içine kadar giriyor. Buradaki “Deniz Tanrıçası” heykelinin de kısmet ve sağlık dağıttığına inanılıyormuş.













Şehrin diğer bir özelliği, benim de en çok ilgi alanıma giren, Tayvan mutfağının en iyi örneklerini sergilemesiymiş. Çok büyük, ışıl ışıl, temiz ve modern vejetaryen bir lokanta çıkıyor karşıma. Akşam yemeğinde buradaki birbirinden lezzetli yerel yiyeceği denedikten sonra dinlenmeye çekiliyorum.
Sabah saatleri; çok güçlü bir sarsıntı ile yataktan fırladım. Otel zangır zangır sallanıyor. İçgüdüsel olarak odadaki kolonun altına koşup bekliyorum. Bu bir deprem! Dışarıdan gürültü ve çığlıklar geliyor. Hiç bitmeyecek gibi gelen sürenin sonunda sallantı dindi gibi. Moralim bozuldu. Türkiye deprem kuşağında ama ben hayatımda ilk defa bir yersarsıntısını bu kadar yakından yaşıyorum, hem de köyümden binlerce kilometre uzaktayken ve geldiğim günün sabahı oluyor tüm bunlar.
Dışarı çıkıyorum. Şehirde korktuğum gibi bir manzarayla karşılaşmıyorum ama.”Ring of Fire” denen pasifik deprem kuşağındaki Tayvan’da altyapı çok iyi. Bir yere oturup haberleri izliyorum.6,4 şiddetindeymiş maddi hasar az, can kaybı onlu rakamlarla telaffuz ediliyor. Aynı günlerde dünyanın diğer ucunda, bizde, Elazığ’daki deprem ise on bin kişiyi yerinden ettiğini öğrendim daha sonra. Bulunduğum şehirdeki depremde bir tekstil fabrikasında çıkan yangından görüntüler tüm dünya televizyon kanallarında. Bir de deprem sırasında hızlı trende olan ve saatlerce sıcak altında trenden kurtarılmayı bekleyenler. Dün yola çıkmasaydı, belki bugün ben de bu trende olacaktım.
Şimdi düşünüyorum da hayat tesadüf ve mucizelerle dolu. Anı yaşayabilmek bu noktada çok daha büyük anlam kazanıyor.
Gün boyu artçı depremler devam etti. Bu doğal felaketin yarattığı moralsizlik içinde akşama doğru kendimi halsiz hissetmeye başladım. Odama çekilip dinleneyim en iyisi.
Aylar önceden Jade Dağı’na çıkmak için Milli Park yetkilileri ile görüştüm. Catherine adlı park görevlisi, Milli Parka giriş günümü 8 Mart olarak bildirdi Dört günüm var daha.
Gece ateşim yükseldi birden. Müthiş bir mide sancısı ve bulantı başladı. Tüm vücudum titriyor. Baş ağrım şiddetli. Sabahı zor ediyorum, kıvranıyorum. Gün aydınlandı ama yataktan çıkacak halim yok. Bayılır gibi oluyorum bir ara.
Odaya yiyecek bir şeyler istetiyorum kendimi toparlarım ümidiyle, ama maalesef kendime gelemedim. Kötü sürprizler üst üste devam ediyor. Yıllardır seyahat ederim ama deprem ya da böyle bir hastalık gibi bir durumla ilk kez karşılaşıyorum. Dağa gideceğim güne kadar toparlanmam lazım. Oysa şu an banyoya bile gidecek halim yok. Dağa çıkamazsam çok üzüleceğim. Tekrar arıyorum resepsiyonu. Benim acilen bir doktora görünmem lazım. Güç bela bir taksiye atlayıp özel bir hastaneye ulaşıyorum. Tüm çalışanlar çok yardımcı. Az biraz İngilizce bilen doktor, rahatsızlığımın bir virüsten kaynaklanabileceğini söylüyor. Dağa çıkmak için geldiğimi söyleyince,”Kesinlikle tavsiye etmem bu durumda, Siz şu ilacı bir kullanın. Oldukça güçlüdür. Kontrole bekliyorum dört gün sonra.”,diyerek beni yolcu ediyor. Dört adet tablet yazılı reçetede. Eczaneden alıp otele gidiyorum.
Tüh! Fare gibi sıkıştım kaldım dört duvar arasında. Moralimi yüksek tutmam çok zor. İlacın etkisiyle ertesi gün öğle saatlerine kadar uyumuşum. Mide ve baş ağrısı devam ediyor hâlen. Odadan çıkmıyorum hiç. Otel odasındaki üçüncü günüm. Biraz daha iyiyim sanki.
Kafamda bir umut ışığı beliriyor. Dağ beni davet etti. Mutlaka gitmem lazım ziyaretine. Milli parkı arayarak önceden belirlendiği gibi 8’inde park girişinde olacağımı teyit ediyorum. Enerji depolamam lazım şimdi. Dışarı çıkıp mümkün olduğunca bir şeyler yemeye çalışıyorum. Son ilacı da aldım. Kendimi iyi hissediyorum şu an. İyi ki hemen doktora gitmişim.
Hızlı trenle Yushan Milli Parkı eteğindeki Shueilli kasabasına bir buçuk saatte ulaşıyorum. “Erik ülkesi” olarak da bilinen Shueilli’nin erikleri çok meşhur. Bu mevsimde erik ağaçları çiçek açmış. Çok modern bir kasabadayım. Bir pansiyona yerleşip çevre ve Jade Dağı ile ilgili bilgi toplamaya çalışıyorum. Bölgede organik meyve yetiştirdiğini anlatan güler yüzlü biri, bana yardımcı olmak istiyor. Arabasıyla iki saatte beni virajlı, zorlu dağ yollarından milli park girişine kadar götürüyor.

















Girişte görevliler listelere bakıyor, izin belgemi soruyor. Benimle ilgili hiçbir kayıt yok.
“Sizden Catherine isimli biriyle görüşmüştüm. Benim işlemlerimle o ilgilenecekti.”,diyorum. Kimse tanımıyor. Yabancılarla iletişimde İngilizce isimler kullandıkları için gerçekte kiminle görüştüğümü bulamıyorlar bir türlü. Israrlarım faydalı olmadı. Neyse ki yazışmaların çıktısı yanımda. İkna oluyorlar nihayet. Ekipman ve çanta kontrolü yapıyorlar şimdi.
”Zirveye çıkmanıza izin veremeyiz.” ,diyorlar bu sefer. “Bugün zirvede buz ve kar çok olduğu için kramponsuz bir dağcı kaza geçirdi. Geçici bir önlem olarak kramponu olmayan hiç kimsenin zirve yapmasına izin verilmiyor. Sizin de kramponunuz yok.”













“İyi de ne internet sitenizde, ne de sizinle yaptığım yazışmalarda gereken malzemelerde bunu belirtmediniz. Buradan kiralayamaz mıyım?”
Cevap olumsuz. Benimle birlikte dağa çıkacak grupta da kimsede yok krampon.
Ben ve iki Çinli çiftten oluşan grubumuzun sadece batı zirvesine çıkması için onay verip evrakları teslim ediyorlar. Yağmur şiddetli. Sabah 10.30’da Tatachia’daki geniş patikadan yürüyüşe başlıyoruz. Birkaç gündür yaşadığım berbat hastalık belleğimden tamamen çıktı. Tamamen dağa odaklandığım için belki de.








Jade’nin İngilizce karşılığı yeşim taşı. Dağın zirvesi kışın yeşim taşı gibi ışıldadığı için bu adı almış. Bitki örtüsü ve hayvanlara zarar verilmemesi için sadece dar bir patika açılmış dağcılara. Zaten arazinin yapısı, subtropikal çok sık bitki örtüsü ve uçurumlar patikanın dışına çıkılmasına imkân tanımıyor. Arazi yapısı hiç bozulmamış. Doğal bir şekilde korunuyor gelecek kuşaklar için. Dik uçurumların kıyıları bir insanın geçebileceği genişlikteki tahta köprüler veya dik duvarlara çakılan sabit zincirlerin desteği ile geçilebiliyor. Milli park çok iyi korunuyor!













Dağın eteğinde sık ve geniş yapraklı subtropikal iklim kuşağı bitkileri var; kestane, defne ve çam ve endemik rengârenk çiçekler iç içe. Binlerce yıllık görkemli anıt ağaçlar özgürce nefes alıyor. Endemik bitki örtüsünün yanında endemik hayvanlar; kuşlar, kelebek çeşitleri, sülün, ayı, makak, Asya geyiği, milli park sınırları içinde. Yürüyüşe başladıktan kısa bir süre sonra yağmur diniyor. Rengârenk kuşlar ortaya çıkmaya başladı.







Yükseklere doğru meşe, köknar ve çınar benzeri ağaçlarla ormanlık alan devam ediyor. Dağ dik ve kayalık. Derin uçurumlardan yuvarlanan taşlar sık sık karşımıza çıkıyor. Çarşak geçişi Çinli çiftleri oldukça zorladı. 2500 metrelere kadar 10 derece olan sıcaklık,3000 metrelerden sonra 3 dereceye düştü. 3402 metredeki ana kamp yerimiz Paiyun’a beş saatlik tırmanış sonunda ulaşıyoruz. Bu irtifada ağaçların üzerinde kar var.
Buradaki dağ evinde dinleneceğiz sabahın ilk saatlerine kadar. Birkaç Japon grup birkaç günden beri burada kalıyormuş. Dağın ana zirvesine çıkabilmek için krampon arayışım devam ediyor. Japonların hepsinin yanında krampon var.Şu anda zirveye çıkmayacak olsalar da krampon kiralama teklifime sıcak bakmıyorlar.
Sabah 3’te zirve için yola çıkıyoruz. Bizim gruptaki erkeklerden biri gelemiyor. Akut olmuş. Eşi de çok zorlanmıştı dün, buraya hep birlikte çıkabilmek için bir saatten fazla beklemiştik onu. Zirveye çıkmak için oldukça hırslı ve ısrarlı.
Alın fenerlerimizi takıp yola çıkıyoruz. Yarım saatlik dik tırmanıştan sonra gruptaki diğer er kişi de şiddetli baş ağrısı sebebiyle dönmeye karar verdi.”Yavaş yavaş dönerim. Siz merak etmeyin.”,diyor bana.
Zorlu patika çok belirgin değil, yer yer görünmüyor bile. Şiddetli rüzgâr ve dik meyil tırmanışı zorlaştırıyor. Sulu sepken altında uçurum kenarlarından ağır ağır yükseliyoruz. İki saatlik dik tırmanışla ana zirveyi çevreleyen kuzey, güney,doğu ve batı zirvelerinden 3518metre yükseklikteki batı zirvesine ulaşıyoruz. Ana zirveye sadece 400 metre var. Aklım zirvede kaldı ama çıkmak için gerekli iznim yok.











Mart ayında zirve yoğun karla kaplı. Zirvede de köknar ve ladin ağaçları ile ormanın içindeyiz hala. Zirvede “Oh be! Sonunda başardım.”,diyorum. Çok mücadele verdim bu anı yaşayabilmek için.
On-on beş dakika kaldıktan sonra inişe geçiyoruz. Gün aydınlandı. Yağış da kesildiği için çıkış rotasında göremediğimiz enfes güzellikleri görme fırsatımız oluyor inişte. Dağ evinde bekleyen arkadaşları da alıp, biz önde, onlar arkada iniyoruz.Saat11’e doğru ana kapıya ulaşıyoruz.
Kasabaya dönünce karnımı tıka basa doyuruyorum ve vakit kaybetmeden Tainan’a geri dönüyorum. Moralim çok yükseldi. Dağı başardım. Bundan iyi hayat mı olur!
Tayvan beni önce çok üzdü, sonra da sevindirdi eşeğini kaybedip bulan Hoca misali.
Bir gün sonra dönüş için Taipei’ye oradan da Kuala Lumpur’a uçuyorum geldiğim rotadan. Tatilimin son günlerini Bali Denizinin sıcak sularında geçirmek üzere, Kuala Lumpur’da geceledikten sonra Jakarta üzerinden Bali’ye geçiyorum.
Beklenmedik iyi-kötü birçok sürprizle dolu bir serüvenin ardından yurda dönüyorum isteklerini gerçekleştirebilmiş olmanın verdiği dinginlik ve huzurla.

Haki ENGIN
Doğa Sporcusu ve Gezgin

25 Mart 2010 Perşembe

KOMODO ADASI-BALI-RINCANI/ENDONEZYA





















KOMODO ADASI ,BALI,RINCANI DAĞI-ENDONEZYA
19 ŞUBAT-3 MART 2010
Ekvator’’a yakın 18.000 üzerinde adası ile yeryüzündeki en büyük ve en değişken takımadaların oluşturduğu Endonezya’ya gidiyoruz. Pasifik Okyanusunda, Güneydoğu Asya ve Oceania’da bulunan adalardan Java, Bali, Lesser Sunda Adaları ve Lombok’u göreceğiz. Bize çok uzak bu coğrafyada, yeryüzündeki gerçek Jurassic Park denen dinozor soyunun evrim geçirerek günümüze ulaşmış, yaşayan en büyük ve en tehlikeli kertenkelelerini, Komodo Dragon’larını görmek için düştük yollara aslında. Aktif volkanik yanardağların güneydoğu Asya’daki en yüksek noktası Rinjani Dağı’na çıkmayı da deneyeceğiz.
230 milyon nüfus ile dünyanın en kalabalık dördüncü ülkesinin başkenti Jakarta’ya yola çıkışımızdan bir gün sonra akşam saatleri ulaşıyoruz. Türkiye ile zaman farkı 5 saat. Bir iki saat mola sonrası, tatile çıkmış üniversiteli gençlerin doldurduğu uçakla Bali Adası’na uçuyoruz. Hemen bir taksiye atlayıp otelimize gidiyoruz. Jakarta ile Bali arasında da bir saat zaman farkı varmış. 19 Şubat’ta kış soğuğunda veda ettiğimiz İstanbul’dan Bali’ye bunaltıcı bir yaz gecesinde 20 Şubat gece yarısı ulaşabildik.














Muson yağmurları altında şehir merkezi ve safir sahilleri ile ünlü Kuta plajlarını dolaşıyoruz bütün gün. Aklınıza gelebilecek her şey bir arada. Dünyanın dört bir yanından gelen her milletten insanın buluşma yeri sanki. Tapınaklar, camiler, şık restoranlar, halk pazarları, meyve sebze satıcıları, dünyaca ünlü marka mağazalar, barakalar, kulübeler, lüks oteller, balıkçılar, tropikal ağaçlar, taksiler. Her an her yerde çocuk, genç yaşlı, kadın erkek, aile, tüm yerli halkın iki ayağı iki gözü motosiklet güruhları. Bali tıklım tıklım.














Bali’den Flores adalarının ucundaki Labuan Bajo’ya,Komodo ejderlerin bulunduğu Komodo Adası’na en yakın şehre uçağımız bir gün sonra.Oldukça küçük tarihi pervaneli bir uçak,altmış kişilik.Her gün en az bir kere sefer var. Avustralya, Çin, Japonya, Avrupa ve İskandinav ülkelerinden gelenler ve biz dolduruyoruz uçağı.
Üç saate yakın, okyanus ve adalar üzerindeki yolculuk sonrası eski otogar görünümlü denize yakın minicik bir havaalanına iniyoruz.
Nemli sıcak ve kalabalıktan bir an önce kurtulmak istiyoruz, ama çıkış kapısı bahçe demiri misali zincirle kilitlenmiş. Kimse de itiraz etmiyor, sessizce bekleşiyor. Biz ,”Görevli nerede? Şu kapıyı açın!”, diye bağırışıyoruz. Nihayet görevli elinde dev bir anahtarla çıkagelip kapıyı açıyor da hapsolmaktan kurtuluyoruz. Havaalanının çıkış kapısında midibüsler, dolmuşlar, taksiler bekliyor. Labuan bajo’nun merkezine sadece 4 $ vererek özel midibüs kiralıyoruz.














Çok yorgunuz ama Komodo ejderlerinin
dünyadaki tek yaşam alanı Komodo,Rinca,Flores ve Gili Motang adalarına nasıl gideceğimizi araştırmamız lazım. Sırtımızda çantalarımızla biraz dolaşıyoruz. İngilizce bilen tek bir kişi yok. Bilgi almak imkânsız gibi.
Herkes bir şeyler satma derdinde bize, etrafımızı çevirip, sıkboğaz ediyorlar.”Ya bir durun. Bunaltmayın!”Komodo Adası der demez herkes tur acentesi kesildi başımıza.”Size yardım etmek isteriz. Size özel şunları sunarız,”ısrarlarından kurtulmaya çalışıyoruz. Bir gün sonrasına birkaç turistle grup yapıp götürebileceğini söylüyor birkaç acente.
Günlerdir yollardayız artık vakit kaybetmek istemiyoruz. Acentelerden biri iki saat içinde bize özel bir tur düzenleyebileceğini söyleyince, telaffuz ettiği fahiş fiyata aldırmadan “Tamam.”diyoruz. En yakın marketten biraz alışveriş yapıp balıkçı limanına yürüyoruz.
Bize özel tekneyi görür görmez büyük bir hayal kırıklığı yaşıyoruz.19.yy sonundan kalma tamamen ahşap bir sandal aslında. Yapacak bir şey yok. Tekneye yerleşiyoruz.”Lütfü, Zülküf ve küçük bir miçodan oluşan tekne mürettebatı ile yola koyuluyoruz.
Endonezya adalar zincirinin tam ortasında bulunan Komodo Adası’na, yeryüzündeki kızgın ejderhaların tek yaşam alanı Komodo Milli Parkı’na yolculuğumuz dört saate yakın sürecek böyle bir tekneyle.
Kristal renklerindeki berrak deniz üstündeki yolculuğumuz göz kamaştırıcı mercan resifleri ve mangrov ağaçlarının oluşturduğu muhteşem adacıklar arasından, platin renkli kumsallar yanından devam ediyor. Bu bölge Komodo dragonlarının yanında, dünyadaki en küçük denizatlarına(Hippocampus Bargibanti) ev sahipliği yapıyor. Planktonlar, mercanlar, türüne bir tek burada rastlanan larvalar; denizaltı dünyası da çok zengin.
Komodo Milli Parkı’nın adalarından,Rinca Adası’na gün kararmadan ulaşabildik.Rinca, Komodo’ya yakın küçük bir ada.198 km2.Adanın silisli toprağı kuvars kristalinin en iyisini içinde bulunduruyormuş.













Birkaç ahşap ejderha heykelinin bulunduğu küçük limana teknemizi bağladıktan sonra kaptanla birlikte park girişine yürüyoruz."Jurassic Park'a hoşgeldiniz",diyor görevli. Girişte kaydımızı yaptırıp biletlerimizi alıyoruz. Rehber ile birlikte Rinca Adası içinde yürüyüşe başladık. Giriş kapısının yanında birkaç ahşap kulübe var. Taraçalı balkonunda birkaç genç, yaşlı yerli, pijama terlik fanila oturuyor. Ahşap sütunlarla toprağa çakılmış zeminde ise birkaç karaltı var. İrili ufaklı dört-beş Komodo ejderi! İlk karşılaşma yerimiz! Balkondakiler hiç korkmuyor mu alt kattaki komşularından? Serinlemek için girmişler bodruma. Tamamen hareketsiz duruyorlar. Narin muson ormanları onlar için mükemmel bir kamuflaj imkanı sağlıyor. Hiç hareket etmeden tuzak kurup kuş, geyik, domuz, bizon avlıyorlarmış.Hiç hareketsiz durabildikleri gibi, saatte 20km hızla koşabiliyor,suda4-5 metre derine dalabiliyorlar.”Kuzuların sessizliği”,filmindeki gibi kendi türlerini, kendi yavruları yiyor bu yamyam ejderler.Yavrular ise kendilerini ebeveynlerinin gazabından korumak için ağaç tepelerine çıkıp yaşayabiliyorlar.50 sene yaşayabilen bu canlının en güçlü silahı dili.Sarı,çatallı dili ve testere dişlerinin arasından dökülen salyasındaki öldürücü bakteriler avını çok kısa sürede öldürüyor.Çok yaklaşmadan birkaç imzasız vesikalık fotoğraf alıyoruz ejderlerden.
Zehirli yılanlara karşı da uyarıyor bizi rehber. Kobra ve engerek yılanı, ejderlerin dışında adada bulunan sürüngenler. Bir engerek yılanı çok yakınımızdan hızla geçti bile. Kuş sesleri arasından gün kararmaya yakın turumuzu tamamlayıp tekneye ulaştık. Komodo ejderleri dokuz çeşitmiş. Rinca Adası, boyu 3 metreyi geçen,70 kg.ağırlığında en iri ejderleri barındırıyormuş, ama bize göstermedi, sakladı onları. Sabah gün doğarken park alanında ortaya çıkıyorlarmış sadece.
Gün kararıyor hızla. Mercanlar ve yıldızların parıltısı sadece. Adaların arasında teknede geçireceğiz geceyi. Mangrov adacıklarına yakın küçük bir balıkçı köyüne yakın seyrederken kaptana rica ediyoruz.”Bu köyü görebilir miyiz? Uygun bir pansiyon bulursak burada kalabiliriz”
Köy zifiri karanlık. Çok fakir olduğu belli. Müslüman bir balıkçı köyü burası. Alın fenerlerimizi takıyoruz kıyıda yürüyebilmek için. Çoluk çocuk şen şakrak peşimize takılıyor. Hava çok sıcak. Kadınlar genç-yaşlı, evlerin önünde çömelmişler; dev okyanus balıklarını temizleyip kurutmak üzere tuzluyorlar. Bizi çok ilginç buldular. El-kol hareketleri ile kendi hikâyelerini anlatmaya çalışıyorlar. Bambu ağaçları ve muz yapraklarından yapılmış kulübelerine davet ediyorlar bizi. O sırada koşarak gelen bizim teknenin kaptanı ve birkaç köylü, köyün camisine çağırıyor bizi. Sahil güvenlik bizim peşimize düşmüş. Bizim teknenin burada durma izni yokmuş vesaire vesaire. Hemen ayrılacağımıza dair ikna etmek epey zaman alıyor.
Bu sıcak, bunaltıcı havada teknede gecelemek en doğrusu. Çok yorulduk zaten. Köyden hızla ayrılıp açık denizde duruyoruz. Teknenin güvertesinde, beşik gibi sallanırken uyumamak imkânsız. Gece 3 sıraları çakan şimşek ve gök gürültüsünü ile uyanıyoruz.”Ne oluyor?”,demeye kalmadan kovadan boşanırcasına yağan sıcak muson yağmurlarının altında kaldık. Hızla uyku tulumlarımızı toplayıp kenar bir yere çekilip beklemeye başlıyoruz. Bir saatten fazla yağan şiddetli yağmur nihayet kesildi. Kaptan ve miçolar güvertedeki suyu temizliyor. Bir iki saat daha uyuyabiliriz şimdi.














Sabah gün ağarırken yola koyuluyoruz tekrar. İki saat süren yolculuk sonrası Komodo Adasındayız.390 km2lik alanda bizimle ilgilenecek rehber üç rotadan seçim yapmamız gerektiğini söylüyor. Milli Parkın tamamını kapsayan, orman içinden başlayıp adadaki tepelerden limana inen keşif rotasında karar kılıyoruz.














Orman içi patikada rehber önde, biz tek sıra arkada, yola koyulduk. Asya ve Avustralya kökenli çok değişik dev tropikal ağaçlar, savanların arasından yürüyoruz dar bir patikada.254 çeşit bitki varmış park içinde. Demirhindi, palmiye, mangrov ağaçları ve çeşitli çiçekli bitki arasından geçiyoruz.
Komodo ejderleri etobur, asla bitki yemiyor. Bu sayede bitkiler uzun yıllar rahatça serpilip gelişiyormuş. Aman biz dikkat edelim. Riskli gruptayız. Geçen sene bu tarihlerde bir balıkçı-rehber, komodo ejderine yem olmuş! Nisan-Mayıs çiftleşme dönemleri en yırtıcı, tehlikeli oldukları dönem.














“Patikadan asla çıkmayın.”, diye uyarıyor rehber. Biraz sonra”Durun!” diye uyarıyor bizi. İki dev ejder. Biri solumuzdaki, diğeri sağımızdaki ağacın altında, kıpırdamadan duruyorlar. Biz tam ortalarında kaldık. Orman içinde tamamen kamufle olmuşlar. Rehber uyarmasa fark etmemiz mümkün değildi. Yavaşça geri geri gidiyoruz; aradan çekilelim, yolu onlara açalım. Çok hızlı çapraz koşup birbirlerinin yerine geçtiler. Ne tuhaf! Şimdi, hiçbir şey değişmemiş gibi kaldıkları yerden hareketsiz durmaya devam ediyorlar. Biraz ürktük. Temkinli olalım. Birkaç adım daha atıyoruz. Orman içinden gelen iki rehber; Selamlaşıyoruz. Birinin elinde demir bir sopa ucunda da geniş bir ızgara. Ejderlere et götürmüş kahvaltı için. Rehberimiz bağırıyor bu sefer














“Koşun!”Ne olduğunu anlayamadan iri bir ejder ayaklarımızın ucunda bitti.Ağzını açıp testere dişleriyle öne doğru hamle yapıyor.Bu ciddi bir saldırı.Rehberimiz elindeki sopayla itiyor ejderi.Diğer iki rehber yardıma koşuyor.Demir sopa ve değneklerle kafasını döndürmeye çalışıyorlar.Kısa süren mücadele sonrası ejder bırakıyor boğuşmayı ve ormanın içinde gözden kayboluyor.Çok korktum.Bir salise sonra dünyayı terk etmiş olabilirdik.Biraz soluklanıp devam ediyoruz.Bir iki ejder daha görüyoruz yol boyunca;bunlar macera aramıyor,akıllı uslu duruyorlar.Öğle saatleri ormandan tepeye ulaşıyoruz.Birkaç narin geyik görüyoruz burada.Tepeden Timor Denizi,liman ve ormanlarının enfes manzaralarını fotoğraflayıp tekneye dönüyoruz.

Hareketten yarım saat sonra, mercan resifleriyle muhteşem Bidadari Adası sahiline yanaşıyoruz. Şnorkelle denizaltı dünyasının tadını çıkararak gevşiyoruz. Akşama doğru Labuan Bajo limanına “vardık” ,derken varamıyoruz. Teknenin motoru tekliyor limana beş-on metre kala; bir saate yakın beklemek zorunda kalıyoruz.Arıza giderildikten sonra Labuan Bajo’daki en güzel manzaralı bungalov villalardan birine yerleşiyoruz. Tropikal ada ve yiyeceklerinin tadını çıkarıyoruz Bali’ye döneceğimiz güne kadar.
Bali’de kaldığımız bir-iki gün boyunca,Endonezya’nın en yüksek dağlarından Lombok adasında bulunan Rincani Dağı’na nasıl gideceğimizi araştırıyoruz. Altı saat süren feribot yolculuğu sonrası Lombok Adası’na ulaşıyoruz. Limandan dağın bulunduğu milli parka yakın Mataram adlı kırsal şehre ulaşmamız da bir saat kadar sürüyor. Maalesef dağ ve milli park, ziyarete kapalı. Nisan başında açılacakmış. Hiç bir şekilde izin vermiyorlar milli parkın girişine. Market sanki;dağı da açıp kapıyorlar demek. Mataram’da bir gece geçirip Bali’ye geri dönüyoruz.
Tropikal adalarda geçirdiğimiz maceralı yolculuk pasifik sahillerinde birkaç gün daha devam edecek.Komodo Adası’ndan sonraki rotamız subtropikal Tayvan.

Ebru OZAGCA
Haki ENGIN