30 Kasım 2009 Pazartesi

Gürcistan Tiflis ve Kazbegi Dağı

GÜRCİSTAN/TİFLİS-KAZBEGİ DAĞI İZLENİMLER(11-15 KASIM 2007)



























































































Tanrı’nın güzelliğinin yeryüzündeki sureti olarak bilinen Kafkasya’nın güneyinde, Batı Asya ile Doğu Avrupa arasında Euro-Asya bölgesindeki Gürcistan ziyaretimiz; başkent Tiflis’ten başlayacak. Mutlaka Kazbegi Dağı’na çıkmayı da deneyeceğiz.

MÖ.4 yy.da ormanlarla kaplı coğrafyayı ve zengin bir tarihi dokuyu, medeniyetlerin gazabından korunabilmiş doğanın içinde görmek için sabırsızlanıyoruz.

Tiflis’ten tanıdığımız birkaç kişi ile görüştük.”Birkaç günlüğüne de olsa Gürcistan havasını soluyacağız.”,diyoruz demesine de Gürcistan sesini tüm dünyaya duyurmak için çok daha önceden kolları sıvamış! Flaş haber; 8 Kasım 2007,Gürcistan’ın başkenti Tiflis’te sıkıyönetim ilan edildi. Tüm gözler Gürcistan’da. Başkent’te 48 saat boyunca sokağa çıkmak yasak. Bizim gitmemize sadece bir gün kala! Bu sürenin sonunda sıkıyönetim tüm ülke için 15 güne uzatılıyor. Hayat tamamen durdu. Tiflis meydanında protesto gösterileri, göz yaşartıcı gaz bombaları, coplar konuşuyor sadece. Sıkıyönetim ile birlikte tüm iletişim hatları kapandı. Kimseye ulaşamıyorum. Tek haber kaynağı; Gürcü devlet televizyonu. Bu saatten sonra seyahati iptal etmemiz olası değil. Uçak seferlerinde aksama yok. THY ile sabaha karşı üç gibi varıyoruz Tiflis Havaalanı’na biraz endişeli. Havaalanında asık yüzlü birkaç görevli var sadece. Havaalanında çok lüks bir taksi bizi bekliyor.Şehir,güzelliğini gece yolcularından esirgemiyor, uyuyor çınarların gözcülüğünde. “Uyuyan Güzel” masalı içinde kısa süren bir yolculuk yapıyoruz. Işıl ışıl dev caddeler, tarihi binalar, antik kalıntılar arasından geçerek otelimize ulaşıyoruz.

Kalacağımız otel, birkaç gündür olayların patladığı, protesto gösterilerinin yapıldığı Rustaveli Avenue’de. Sabahın ilk ışıkları ile uyanıp ana cadde üzerinde küçük bir tur atıyoruz. Otelimizin bulunduğu cadde, şehrin en işlek caddesi. Parlamento, güzel sanatlar akademisi ve lüks birkaç mağaza da cadde üstünde. Oldukça tenha. Çoğu yerde kepenkler kapalı. Hiçbir zaman açılmayacak.Sadece birkaç büfe açık.Keyifsiz Gürcü satıcı kadınlar, bizdeki çiğbörek benzeri hamur işi yiyecekler kızartıp satıyorlar. Bir de küçük bir market açık; bizim markalardan bisküviler, krakerler; ”Bizde pişer, komşuya da düşer.”misali raflarda dizili. Caddenin doğu ucu Freedom Square’deki (Özgürlük Meydanı) belediye binasına çıkıyor.


Sovyetler Birliği’ne bağlı olduğu dönemde hızlı bir sanayileşmenin yanında SSCB’nin en önemli kültürel, sosyal ve politik merkezlerinden biri olmuş şehir. Sovyetlerin kurduğu hızlı metro sisteminde istasyonların çoğu da Moskova’daki gibi oldukça ihtişamlı dekorlara sahip.SSCB’nin dağılmasından sonra,90’lı yılların başından itibaren mafya ve illegal işletmelerin çarpışmalarına tanık olmuş sık sık. Suç oranı ve işsizlikte artış, hayat kalitesinde ise düşüş büyük olmuş.

İnsanları, bizim Anadolu insanı. Çok içten, konukseverler.”Be my guest”(Misafirim olun!),davetlerini geri çevirmek çok zor.”Akşam yemeğine kalırız peki ,ama Kazbegi Dağı bizi bekliyor, sabah gün ışımadan düşmeliyiz yola.”
“Ilık yer” anlamına gelen Tiflis’i, öğle saatleri olmasına rağmen dondurucu soğuk bir kış gününde geziyoruz.Birçok sülfürik kaplıcaya sahip Tiflis.Bizim topraklarımızdan başlayıp Gürcistan’a uzanan Kura Nehri (Mtkvari River)kıyısında kurulmuş. Kura Nehri, Ardahan’dan başlayıp Gürcistan’ı geçiyor. Azerbaycan’da Aras Nehri ile birleşerek Hazar Denizi’ne dökülüyor. Şehrin en eski yerleşim alanlarından Metekhi Kilisesinin bulunduğu faleze çıkıp, tüm nehri panoramik güzelliği içinde seyrediyoruz.

Gürcistan’ın başkentinin sembolü bir anne;Biz de ziyaret edelim.20 metre uzunluğundaki Kartlis Deda(Gürcüce Gürcistan’ın Annesi)anıtsal heykeli, Sololaki Tepesinde. Ulusal kıyafetler içinde Gürcistan’ın karakterini temsil ediyor. Bir elinde tuttuğu büyük kâse, dostlara şarap sunmak için; diğer elindeki kılıç ise düşmanlara karşı kullanmak için.

Tarihi şehrin etrafı şantiye. Modern binalar, otel ve alışveriş merkezi inşaatları hızlı bir şekilde devam ediyor. Hava kararmadan Kazbegi civarı ile ilgili bilgi alıyoruz. Sabah 5.30 da araç ile yola çıkacağız.Akşam yemeği;nehrin kıyısında otantik bir lokantada. Tiflis’in ışıkları, inci bir gerdanlık gibi yansıyor nehre. Yemekler çok lezzetli. Gürcistan, dünyanın en eski şarap ülkesi. Doğusundaki Kakheti bölgesi ve Telavi şehri, üzüm bağları ve şarapları ile çok ünlü. Özellikle bölgenin Khvanchkara şarapları çok kaliteliymiş. Yemek sırasında sohbet, sık sık kadeh kaldırmaktan bölünüyor. Gürcü adetlerinden birini de, böylece öğrenmiş oluyoruz; Gürcüler için ilk kadeh; Barışa!İkinci kadeh; Ülkeye! "Sakartvelo gamarjos!(Çok yaşa Gürcistan!)”Bitmedi, devamı geliyor bir- iki dakika sonra. Bu kez kadehler, biz misafirlere kaldırılıyor. Sonra, yemek daveti verenlere, onların çocuklarına, eşlerine, ana-babalarına, ahbaplara.”Bitti artık herhalde.” ,diye düşünürken tekrar başa döndük!”Barışa! Gürcistan’a!” Tek bir kadehle on-on beş kere kadeh kaldırmak büyük maharet.”Yarın Kazbegi Dağı’nı görmeye gideceğiz. Sabah gün ağarırken yola çıkacağız. Bizi hoşgörün.”,diyerek müsaade istiyoruz. İnanamıyorlar.”Tiflis’ten dağın bulunduğu Kakheti bölgesine gitmek, normal koşullarda araçla en az dört saat sürer. Kış koşullarında yollarda şiddetli buzlanma ve kar var. Yol açıksa bile en iyi olasılıkla beş buçuk-altı saatte ulaşırsınız. Bir günde gidip gelmeniz mümkün değil.”,diyorlar.”Biz kararlıyız. “Buralara kadar geldik. Şansımızı deneyelim”,diyerek ayrılıyoruz yanlarından.

Sabah 5.30’da eski bir askeri jip ile rehber bizi otelden alıyor. Hava dondurucu soğuk. Tiflis’ten birkaç km. sonra her yer kar altında. Kura Nehri boyunca ilerliyoruz. Gün ağarırken ilk molamızı, tarihi yapıları ile UNESCO Dünya Mirası Listesinde yer alan Mtskheta şehrinde, küçük bir dağ üstündeki Jvari Manastırı’nda veriyoruz. Manastır,6. yy.da inşa edilmiş. Gürcü Hristiyan Mimarisinin ve ortaçağda Kafkaslardaki mimari gelişimin en önemli yapılarından. Kesinlikle görülmesi gereken mimari bir başyapıt. Çok az vakit ayırabildik, kat edecek yolumuz çok. Svetitskhoveli Katedrali de 11.yy.dan kalma diğer en önemli yapı, Katedralden sağa giden yoldan Aragvi nehri boyunca ilerliyoruz. Karlar altındaki bölgede elma, kiraz, ceviz, kestane, sebze bolmuş.Bu mevsim bitki örtüsü sadece kar.Aragvi nehri,ilkbahar ve yaz ayları rafting için çok uygun.Dusheti Kasabası’nda Ananuri Kalesi’nde küçük bir mola daha veriyoruz.Bu ihtişamlı tarihi kale de Dünya Mirası Listesinde.


MÖ.1.yy.dan günümüze kullanılagelen Gürcistan’ı Rusya’ya bağlayan Gürcü Askeri Yolu’na çıkıyoruz. Darial Boğazı kıyısından devam ediyoruz.Darial Boğazı,Farsça Perslerin Kapısı anlamına geliyor.Boğaz, Rus şairleri Puşkin,Lermontov’un şiirlerine konu olmuş,Kafkasların en romantik bölgesi olarak ölümsüzleşmiş.

Pasanauri adlı küçük kasaba’ya geldik.Kafkas Dağları ile kuşatılmış,bir yanından Aragvi nehri akan kasaba enfes pitoresk bir güzellik.Biz resmini yapamayız ama, bu güzelliği fotoğraf makinesinde ölümsüzleştirelim. Çeşmelerden akan ılıca suyunu da deniyoruz; pek acı geldi. Kasaba ve civarı; yürüyüş rotaları, mineral suları, yiyecek ve el sanatları ile Sovyetler döneminde popüler bir turistik alanmış. Sovyetlerden sonra yaşanan kriz ile hayalet kasabaya dönüşmüş.
Kafkasların kayak merkezi 2000m.yükseklikteki Gudauri’ye ulaştık. On beş-yirmi gün sonra kayak merkezleri açılıyor. Bu bölgede yetişen çiçekler parfüm ve ilaç yapımında kullanılmak üzere Avrupa ülkelerine gönderiliyormuş.Doğa harikası burası. Elbette Avrupalı kullanacak. Yol üzerinde 2200m.deki Kobi Köyü'nde antik taraça sistemi bulunuyor. ”Ayaklarımız açılsın.”, diyerek duruyoruz. Benim dizlerimin buzu çözülse kâfi. Neredeyse bir metreye yakın kar var. Biz gene de yürümeye çalışıyoruz. Karda izimiz belli olsun.







Devam ediyoruz. Yol oldukça buzlu. Ağır ağır ilerliyoruz. Vardzia Mağara Şehri’ne geldik. Burası da çok görkemli. Antik dönemlerden kalman dağlara oyulmuş irili ufaklı onlarca mağara. Moğolların saldırılarına karşı sonradan çok büyük bir manastır da buraya kurulmuş. Şehre giriş o dönemlerde Kura nehri yakınlarındaki kaynaklardan gizli tüneller ile mümkünmüş.
Ve sonunda Rus sınırına sadece 15km.mesafede,5033m. yükseklikteki Kazbegi Dağı’nın bulunduğu Khevi yerleşim alanına ulaştık. Büyük Kafkasların en yüksek doruklarından birinin eteğindeyiz. Saat 10.45.Aracı uygun yere park ediyoruz. Zorlu yolda hiç sorunsuz getirdi bizi buraya kadar. Ağır kış koşulları sebebiyle her yer kapalı. Tek masası olan bir büfe açık sadece. Dönüşte mümkünse bize patates,çorba ve benzeri hazır etmesini rica ediyoruz.Yanımızda su,bir iki portakal var sadece.Zamanlamayı çok iyi yapmalıyız. Zirve yapmak için iki gün gerekli,oysa bizim bugün dönmemiz gerek. Tiflis’ten İstanbul’a uçağımız sabah 5.00’te çünkü.
1700 m.den Kazbegi Dağı’na çıkışa başlıyoruz. Yumuşak kar ve buzul üstünde oldukça dik sırt hattından ilerliyoruz.Hava çok hızlı değişiyor.Tipi bastırdı.Görüş mesafesi azaldı.Dikkatli ilerliyoruz.Rehberin dizinde sorun varmış.Bizim dağa çıkacağımıza hiç ihtimal vermemiş.Bizim heyecanımızı görünce,daha fazla bir şey diyemiyor,ayak uyduruyor bize.

2100 m.deki Gergeti Trinity Kilisesi’ne(Tsminda Sameba Church) tempolu bir tırmanışla, sert rüzgar ve tipi altında üç saatte ulaştık. Tamamen karlar altındaki bölgede kilisenin etrafında kardan eser yok.Devamlı kürüyorlar demek ki.Kilisenin yanındaki küçük bir yüklükte terden sırılsıklam kıyafetlerimizi değiştiriyoruz.Kana kana su içiyoruz.Tek çıkınımız olan portakalları soyarken,kilisenin rahibi yanımıza geliyor.Kutsal mekana saygısızlık etmeyelim.Bu arada sıfırın altında soğukta, eldiveni çıkarmadan portakal yememem gerektiğini de öğreniyorum. Portakalın suyu eldivenleri öyle bir ıslattı ki, soğuk ve rüzgâr parmaklarımı hissizleştirdi.
Kazbegi Dağı çift konik biçimli sönmüş bir volkanik dağ. Dağ ve civarı aktif jeotermal,ılıca sistemi ile çevrili.Yüzeyinde eriyen buz tabakaları Terek nehrini oluşturuyor.Kısa bir süreliğine de olsa güneş çıktı.Masmavi gökyüzünde yansıyan güneş ışıklarıyla Kafkas Dağları’nın silueti, gerçekten çok güzel. Puşkin, buradaki manzaradan çok etkilenmiş ve şöyle bir şiir yazmış döneminde;

”Parça parça beyaz bulutlar dağın zirvesini örtüyor,
Fakat güneşin ışığıyla banyo yapan manastır,
Bulutlara eşlik ediyor, yüzüyor sanki gökyüzünde.”
Başka bir baharda zirve yapmak üzere diyerek dağa şimdilik veda ediyoruz. Yarım saatlik moladan sonra hızlı bir şekilde dönüşe geçiyoruz. Haki yolu öğrendi nasıl olsa. Kestirme olabilecek rotalardan hızla iniyoruz böylece.Yaklaşık bir buçuk saat sonra aracın yanındayız.
Çok açız.Yemekler ,dağa çıkmadan önce konuştuğumuz gibi ,hazır bizi bekliyordur.Büfedeki tek masaya yorgun, ama mutlu oturuyoruz.Bekliyoruz,bekliyoruz,beklemeye devam ediyoruz.Büfe sahibi ile görevli Gürcü bayan arasında hararetli bir tartışma duyuluyor.Rehber,araya giriyor.Gürcü bayan,yaklaşık yarım saat sonra patatesli tel şehriye çorbasını masamıza “Takk!” diye bırakıyor ve öfkeden kıpkırmızı, ince bir ceketi üzerine giyip çıkıp gidiyor. Rehberin dediğine göre,akşam beşte şehre giden tek otobüse yetişmeye çalışıyormuş.Hayat şartları zor.
Yeryüzü cenneti burası, ama cenneti yaşamak burada doğup büyüyenlere tanınan bir hak değil dünyanın birçok yerinde olduğu gibi. Coğrafyanın kanatları kırık, insanları sessiz, umutsuz. Biz sorunsuz bir şekilde gece yarısına doğru Tiflis’e varıp sabah saatleri İstanbul’a dönüyoruz.

Ebru OZAGCA
Haki ENGIN

28 Kasım 2009 Cumartesi

BOZBURUN DAĞI








































BOZBURUN DAĞI KAMPLI ETKİNLİĞİ(24-25 KASIM 2009)

Beydağları,Alp sistemindeki genç dağlar.Tektonik olaylar sonunda yükselmiş ve gençleşmişler.Büyük bir dış etkiyle oyulmuş, bir yarıkla birbirinden ayrılmış birbirine paralel iki sıradağdan oluşuyor. Antalya’nın kuzeyindeki Bozburun Dağı(2504m) kıyıya yakın sıradağlardan Antalya Beydağlarının en dik ve oylumlu, en yüksek dağı.

Antalya’dan 11:00’de araç ile hareket ederek Gebiz ,Pınargözü ve Hasdümen Köyü üzerinden 1040m.rakımlı Kavacık Yaylası’na 12:45 civarı ulaştığımızda hava,kış anormallerinde bir yaz günü kadar sıcak.

Yaylacılar her yeri çitlerle çevirmiş. Elma bahçeleri arasına domates, biber ekmişler. Çitlerin arasında kalan tek düzlüğe kamp çadırımızı kuruyoruz. Yol üzerinde dev çınar ağaçları bizi buyur etmişti. Yaylanın etrafı ise boydan boya çam,ardıç ve sedir ormanları ile çevrili,yemyeşil enfes bir manzaraya sahip.

Kuş sesleri yaylalara yayılmıyor; sebebi orman içinde hummalı bir şekilde” büyük bir ihtimalle de kaçak olarak” yapılan ağaç kesimlerinin çıkardığı büyük gürültü. Kuşlar ürküyor, biz üzülüyoruz.

Malzemeleri yerleştirip çadırı kurduktan sonra biraz ilerimizdeki çeşmeden buz gibi dağ sularını dolduruyoruz.Yaylada ekinler toplanmış,elma da kalmamış.İki üç nar var dalda, o da kuşların hakkı.Bir iki yayla domatesi ve biber bize ikram olsun.

Kampta ateş yakmak, büyük bir merasimle olmalı. Usulüne uygun, itinalı ve çok dikkatli olmalıyız. Önce büyük taşları taşıyıp diziyoruz. Kurumuş ağaç dalları bulup taşımak, biraz yorucu ama nefis orman kokusu taze enerjisini veriyor. Kuru gevenlerin, çalı çırpının üstüne kurumuş ağaç dallarını yerleştiriyoruz. Haki, ateşle konuşmaya başladı bile. Kaynar kazanı kepçeyle karıştıran usta bir aşçı gibi.Odunlara komut veriyor, hizaya sokuyor,usul usul karıştırıyor ateş çemberinin içindeki küçük alev toplarını.

Menümüz haçan Karadenuz’dan gelup Akdeniz’in bu yaylasına, kor ateşlere düşmüş levrek paluğu. Yanına yayla çorbası değil,ama sıcak sıcak tarhana çorbası. Ardından közlenmiş patitis, soğan.

Hava erken kararıyor. Ağaçların arasından hışırtılar duyuyoruz, rüzgâr değil bu. Yaban domuzları da akşam ziyafetine çıktı büyük olasılıkla. Yarımay ve yıldızlar göğü gündüz gibi aydınlatırken az biraz meyve ile ağzımızı tatlandırıyoruz.Hava sıcaklığı,güneşin çekilmesiyle aniden 5-6 dereceye düştü.Ateşin yanında otururken anlamamışım.

Yemek,bol oksijenli hava,ateşin seyri derken uyku bastırdı.Ateşi tamamen söndürüp uyumaya çekiliyoruz.Sabah 4:00’e kurduk saati.En geç 4:30’da uzun Bozburun rotasına başlayacağız.Uzun ve biraz zorlu bir tırmanış olacak.

Gece hava çok daha soğuk. Uyku tulumunun içine iyice sokuyorum başımı, nefesimle ısınabilmek için. Bu arada, saatin alarmını kurup, uyku tulumunu başınıza iyice geçirirseniz alarm duyulmuyormuş! Saat 4.45 ve yeni uyandık. Neredeyse bir saat geciktik. Hemen fırlıyoruz. Gene de her şeyi sırasıyla yapalım. Ocağı yakıp çay suyunu kaynatıyor Haki çabucak. Sıcak çay yanına küçük bir kahvaltı enerji verecek. Hava çok soğuk. Kar, rüzgâr da olur endişesiyle, tüm dağ kıyafetlerimi çifter çifter üzerime giydim.Çadırın içini toplayıp araca yerleştiriyoruz. Son kontrolleri yaptık. Sırt çantalarımızı yüklendik. Alın fenerlerimizi taktık, batonlarımızı aldık. Yıldızların gökyüzünü pırıl pırıl aydınlattığı gece güne dönmeden tam 5.30’da ormanın içine daldık.
Ormanın içi zifiri karanlık.Belirgin bir patika yok.Rota,yön bilmeden doğru yönde ilerlemenin imkanı yok.Kızılçam ormanlarının içinden tempolu bir şekilde ilerliyoruz bir süre.İlk boğaza geldik.Ardıçların içindeyiz şimdi.Gün aydınlanmaya yakın dik yamaçlardaki sedirler ile Üç Güzeller(Afrodit,Athena,Hera)’in enfes manzarası.Efsaneye göre bir altın elma yollanır Zeus’a; ”İçlerinden en güzeline verilsin”,diye.Afrodit altın elmaya sahip olmak için Ispartalı Helena’nın aşkını teklif eder ve, aşk ve güzellik tanrıçası sıfatıyla birlikte kazanır altın elmayı üç güzelin içinden. Biz de doğanın efsanevi güzelliğini ölümsüzleştiriyoruz arşivlerimizde günün ilk ışıkları ile birlikte.

Dağ geçidi’nden devam ediyoruz.”Hayber Geçidi’nden” geçtik diye şaka yollu.2000 metrede muhteşem anıt sedir ve ardıçlara veda ediyoruz. Güneşli ve ılık Akdeniz gününde oldukça dik sırt hattından 40-45 derece açıyla uzun ve yorucu tırmanış devam ediyor. Orman sonrası pamuk şekeri görünümünde,öbek öbek iç içe dizilmiş dev kayalık alan ilginç görüntülerle çıkıyor karşımıza.Dev kaya kütlelerinin arasında sıkışmış gövdesini koruyarak dallarını uzatan zarif sedir ağacı da doğanın güzelliğinin bir yansıması.

Bozburun Dağı’nın konglomera taşlarından oluşan çok ilginç bir jeolojik yapısı var. İçlerinde yer alan maden oksitler sebebiyle değişik renkler alan irili ufaklı parçalanmış kalkerli taşlardan oluşmuş. Albenili, rengârenk mücevher taşları. Sedimanter (tortul) kayalık alan üzerinde irili ufaklı renkli taşlar;silika,kireç ve demir oksit ile birbirlerine yapışmışlar.El işçiliği yok,doğanın marifeti bunlar.


Deniz kökenli kalker depo eden kalkarenit kayaçlardan oluşan jeolojik yapısı,deniz fosilleri bakımından da çok zengin!Katman ve arasındaki fosiller;Alplerdeki Triyas fasiyesleri gibi,okyanus havzalarındaki tümsekler üzerine çökelmiş deniz organizma tortullarının, birikim ve tortullaşması yoluyla oluşmuş.

Hava son derece açık ve güneşli.Yaban keçi sürüsü bir görünüp kayboldu.Zirvede rüzgar yok.Kısmi kar buzulları var.Üç zirveli Bozburun Dağı’nın “Dernek Tepe” zirvesine, 10.50’de, yaklaşık beş buçuk saatlik bir tırmanış sonrası ulaşıyoruz.Diğer iki zirvesi “Karainbaşı” ve “Abdal Tacı” zirvelerini de yapacaktık ama küçük bir keşif sonrası,”Kar buzullarından geçiş riskli olabilir”, diyerek vazgeçiyoruz.

Zirveden Ovacık Dağı,Tahtalı,Tunç,Ziyaret Dağları,Kızlar Sivrisi ve uzaktan Barla Dağı enfes bir manzara oluşturuyor.Ballıbucak ve Kestanelik de seyrediliyor.”Kolay bir çıkış oldu.”, diyorum inişte sözlerimi geri almam gerekeceğini bilmeden.Bir saatlik zirve molası sonrası inişe başlıyoruz.
İnişte fark ediyorum ne kadar dik bir yamaçtan çıktığımızı.Oldukça yavaş ve dikkatli bir şekilde iniyoruz çıkışta bıraktığımız izlerimizin üzerinden. Kerteriz aldığımız boğazlardan geçerek ara vermeden üç saat iniyoruz.Ormanlık alandayız.Testere ile kesilmiş sedir ağaçları,belli ki “orman katli,fırsatçılık” acımasızca devam ediyor.Çok kızıyoruz.Dikkatler dağıldı bir an.

Ayakkabıya bahane bulmak, yanlış olur, yorulmuşum aslında. Basamıyorum yere,kayıyorum dalların arasına. ”Şükürler olsun ki, tüm yollar yola çıkıyormuş,yarım saat kadar yolu uzatsak da.”Nihayet çeşmeye geldik.Tamamen bitirdiğimiz suları dolduralım buz gibi kar suyuyla.Çadırı toplayıp,etrafı kontrol etmemiz en fazla on beş dakika.Çöp,artık kalmasın sakın!

“Çok keyifli bir dağ çıkışı oldu.İyi de dün geldiğimiz toprak yol, bugün kesilmiş ağaç dallarıyla dolmuş. Bayram,seyran dinlemez. Katleder,yağmalar doğayı dur durak dinlemeden yurt insanı.Her geçen gün, tekrarının yaşanmasına izin vermeden güzellikler yok oluyor. Yaşadıklarımız ve arşivlerimiz kalıyor sadece.Antalya’nın yolunu tutuyoruz.

Ebru OZAGCA
Haki ENGIN

14 Kasım 2009 Cumartesi

Endonezya/Bali-Mount Agung&Japonya/Tokyo-Fuji


















ENDONEZYA/BALİ-MOUNT AGUNG EKSPEDİSYONU(18.10-24.10.2010) VE
JAPONYA/FUJI-YAMA EKSPEDİSYONU(25.10-31.10.2010)


Endonezya’ya uçuş tarihimiz 18 Ekim 2009.Frankfurt üzerinden Malezya,Kuala Lumpur’a oradan da Endonezya’nın egzotik adalarından Bali Adası’na, adanın en yüksek volkanik dağı Mount Agung’a yolculuk.

Uçak biletlerini aldığımın ertesi günüydü sanırım. Tüm dünya Endonezya’dan bahsediyor!1 Eylül’de Java Adası Jakarta’ya çok yakın bir bölgede 7 şiddetinde bir deprem, akabinde de Sumatra’nın batı sahillerinde hafif bir tsunami gerçekleşiyor.2004 Aralık sonlarındaki çok şiddetli tsunami sonrası bölgede doğal felaketlerin ardı arkası kesilmemiş. Dünya’nın en görkemli, bereketli, sonsuz güzellikteki coğrafyalarından biri Endonezya.”Pacific Ring of Fire”,Pasifik Ateş Halkası içinde yer alan bölge; şiddetli depremler, tsunami ve volkanik patlamalar ile yıkılıyor, altı üstüne geliyor. Devamlı alarm söz konusu. Üzerinden çok geçmedi.30 Eylül, Sumatra’da 7.6 şiddetinde bir deprem daha; Tüm dünyaya yardım çağrıları.Kayıplar büyük.

Zamanlamam kötü, ama ben projemi ertelemeyeceğim. Belki bir ömür içinde yok olacak bu güzelliğin peşine düşeceğim.

Frankfurt’tayım. Kuala Lumpur’a giden uçaklar tamamen dolu. Jakarta’ya zar zor bilet bulabildim bir sonraki güne. Havaalanı civarında gecelemem gerek. Bali uçuşum da iptal demektir, bilet yandı. Yeni bilet ayarlamak için koşuşturuyorum havaalanında.
Jakarta-Bali uçuşunu internetten aldım.”Rahat bir soluk alabilirim artık”, derken, başka bir havayolu şirketinde bilet fiyatının üçte bir olduğunu görüyorum. Teknoloji ve hız çağı; adamı vezir de eder rezil de.”İptal ederim pahalı olanı,” deyip ucuz bileti de alıyorum. Böylece Jakarta’ya uçup buradan da Bali’ye iki farklı havayolu şirketinin aynı saatlerde kalkan uçaklarına iki ayrı bileti olan tek yolcu olarak iniyorum!(Pahalı biletin iptali mümkün olamıyor.)

21Ekim sabah 1:10 civarı nihayet Bali’deyim. 2 gündür yollardaydım. Çok yorgunum. Havaalanından otelime ulaşmak için bir taksi tutuyorum. Bali gece saatleri olmasına rağmen oldukça sıcak,30 derece civarı. Nem yoğun.Sıkı bir uyku ile kendime geldim.Sahile bir uzanıyorum.

“Dağların, doğanın aşkına yollardayım.”, diye düşünüyorum. Kâşif ruhum; dağların, bakir coğrafyaların çağrısına karşı koyamıyor, birkaç günlüğüne bile olsa bu kadar uzun, masraflı ve stresli yolculuklara girişmeme sebep oluyor.

Okyanusun dev dalgaları, tenha sahilin bir uçtan bir uca incecik bembeyaz kumsalı bana “ Selamat Datang!(Hoş geldin)”diyor. Ben de size selam getirmişem. Dev dalgaları kendine uğraş edinmiş yüzlerce sörfçü. Adanın güney sahillerinde kumun rengi beyaz, kuzey ve batısında ise siyah! Ada sahilleri, yeşil, mavi, sarı kırmızı mercan resifleri ile çevrili. Java’nın doğusunda, BaliAdası’nın başkenti Denpasar’da okyanusun dalgaları arasında yüzüyorum bir süre. Okyanus, mercan resiflerinin yanında binlerce çeşidin yaşam alanı. Dalgıçlar için tam bir cennet. Yunuslar, şahin gagalı kaplumbağalar, dev ay balığı, manta vatozu, dev müren balığı, papağan balığı, su yılanı ve “Efendim nerede kalmıştık?”, barakudalar, çekiç başlı köpekbalığı, resif köpekbalığı! Bu kadar bilgi sahibi olunca,okyanusta fazla açılamıyorum işin doğrusu. Sörfçüleri, becerilerinin yanında cesaretleri için de tebrik ederim. Zaten okyanusun tadını çıkartmak için de vaktim yok. Adanın en yüksek dağı volkanik Mount Agung’a çıkmak için 3 günüm var sadece.24 Ekim’de Japonya, Tokyo’ya, oradan da görkemli Fuji Yama’ya gideceğim.

Otelin kahvaltısını beğenmedim. Buralara gelip mısır gevrekli Amerikan kahvaltısı ile kendimi kandıramam. Etrafı dolaşayım. Okyanus kıyısındaki yerel bir lokantadaki tropik meyvelerle bezeli açık büfe kahvaltı, keyfimi yerine getiriyor. Mango, jackfruit, guava(hintarmudu),mangostan, tatlı sulu starfruit,fındık benzeri durian,parlak kırmızı püsküllü rambutan, papaya, ananas, greyfurt, muz, soursop (tarçınelması),Şefimden rica edip dilim dilim deniyorum hepsini.Oh be!

Mount Agung’a çıkmak için acenteleri dolaşıp yola koyulmam lazım bir an önce. Şehre iniyorum. MÖ 2000 yıllarından beri medeniyetlerin yaşadığı Bali’de gösterişli tapınaklar, göz alıcı renkler, ejderha figürleri, tütsü yakılan, ayinler yapılan kutsal tapınaklar, turistik seremoniler, rengârenk kıyafetleri ile gösteri yapan çocuklar, gençler. Müslüman Endonezya halkının tersine Hinduizm’e inanan azınlığın en büyük bölümü Bali’de yaşıyormuş. Tütsü yakılan bir yerde tütsü kokularını kucaklayıp dileklere bir yenisini ekliyorum. Volkanik Dağın zirvesinden buralara selam etmeliyim en geç yarın.

Halk güleç yüzlü, sempatik.Yüksek sezon olmadığı halde az da olsa dünyanın her tarafından gelen turistler var. Yerli halk ile laflıyorum havadan sudan.
Doğal afetler, geçim derdi derken, her tarafı okyanusla çevrili adanın gündeminde büyük bir sorunu daha varmış. Su sorunu! Adanın büyük bölümü coğrafi koşullar sebebiyle temiz içme suyundan mahrum. Sahile yakın akiferlerdeki kaynaklar, sadece yüzlerce turistik otele, her geçen gün eklenen bir yenisine ve bu bölge civarı yaşayan şanslı azınlığa temiz sudan yararlanma imkânı veriyor. Biraz içerilere, adanın dik yamaçlarına doğru gidildikçe durum tamamen farklı. Kasım-Şubat arasındaki yağışlar harici kuraklık hüküm sürüyor. Yağışın bol olduğu dönemlerdeki sular; yeterli baraj, doğal akışlı sulama sistemleri, su depoları vb. olmadığı için biriktirilemiyor, muhafaza edilemiyor, suya mahrum bölgelere ulaştırılamıyor, okyanusa karışıp israf oluyor. Su idaresinin başarısız olmasının yanında, hayata geçirilmeye çalışılan projeler de yetersiz.

20 yıl öncesine kadar geçim kaynağı sadece ziraat(pirinç, mısır ve kahve)ve balıkçılık iken, son dönem neredeyse tüm ağırlık turizme verilmiş. Benim Bali’de bulunduğum günlerde gündemde su krizi vardı. Turizm sektöründeki hızlı artış, yetersiz altyapı, kirlilik, ağaç kesimleri, küresel iklim değişimi gibi unsurlar, su krizinin oldukça ciddi seviyelere ulaşmasına sebep olmuş. Kirli suyun yol açtığı hastalıklar da halkın gündelik sorunlarında önemli bir yer tutuyor.

Şehir nüfusu 500.000 civarı. Trafik yoğun. Motosiklet en rağbet gören ulaşım aracı, ama etrafa yaydığı kirlilik ve gürültü de büyük. Ana caddede egzoz kokusu ve yoğun gürültü arasında dağ ekspedisyonu yapmamı sağlayacak acente bakınıyorum. Cadde üstünde bir masada oturmuş, broşürle tur pazarlayan biri, benim dağ için tur araştırdığımı öğrenince nefes aldırmıyor, anlatıyor da anlatıyor; geç saat otelden beni alırlarmış, yola koyulurmuşuz. Güven vermedi pek. Tur şirketi var mı yok mu? Belli değil. Parayı veririm, gelmez kimse. Paradan vazgeçtim, dağa gideceğim vakit heba olur. Bu riski almayayım en iyisi.

Bir taksiye atlıyorum. Düşüneyim bakayım. Nasıl bir yol bulabilirim? Taksi şoförüne, beni dağa en yakın köye ulaştırmasını söylüyorum. Geç bir saat aslında. Saat akşamüzeri 4 civarı. Köyde günün her saati ulaşabileceğim bir tur acentesi olduğunu, merak etmememi, yardım edeceğini söylüyor şoför.

Otelden eşyalarımı toplayıp bir saat sonra Agung yolunu tutuyoruz; Hindu inanışına göre mitolojik Meru Dağı’nın yeryüzündeki eşine, evrenin ekseninin merkezine. Yemyeşil pirinç, kahve tarlalarından geçiyoruz. Yol üzerinde şoförün akrabasının tarlasından birkaç tropik meyveyi parasıyla toplamayı da ihmal etmiyoruz. Yol gittikçe daralıyor, oldukça bozuk, dik ve engebeli. Hava kararırken Banjar Besakih Kawan köyüne varıyoruz.

Şoför, civarda kolaylıkla rehber bulabileceğimi, yarın sözleştiğimiz gibi beni Bali’ye götürmek için burada olacağını söyleyerek gidiyor. Bana rehber bulmak için yardım etmeyecek miydi? Etrafı dolaşıyorum. Bir tabela asılı ofise giriyorum. Genç bir kız, dağ organizasyonu yaptıklarını söyleyerek bilgi veriyor. Mount Agung’a batı ve güney yönünden çıkılabiliyormuş. Güneydeki Pura Pasar Agung rotası,Tapınakdan başlıyormuş ve üç-dört saatlik bir tırmanış sonrası zirvenin 100 metre altında aktif kratere yakın bir noktada son buluyormuş.
Bugün bu rotadan çıkmanız mümkün değil. Pura Pasar Tapınağında tören var, kapalı.”Sizi otele yerleştirelim, yarın rehberle çıkarsınız”, diyor genç kız.
”Diğer rota nasıl? Bugün zirve gerçekleştiremez miyim?”
”Batı rotası oldukça uzun ,ama zirveye ulaştırıyor” diyor kız.
“İyi ya işte! Ben dağcıyım. Rehber İngilizce bilsin de. Siz beni kaçta aldırırsınız? Bir de unutmadan vejetaryenim. Aman kumanyamı sadece meyve, patates, biraz yemişle hazırlayın!”,diyorum.
Ayağımda yürüyüş ayakkabısı, altımda şort. Alın fenerimi, pançomu alırım her ihtimale karşı. Su da aldım mı tamamdır.

Kızın verdiği fiyat, şehir merkezindeki acentelerden, şehirden ulaşım dâhil, aldığım fiyatların iki katı! Nasıl olur? Tam tersi olması gerekirdi. Rehbersiz de çıkamam ki gece zifiri karanlık. Yapılacak bir şey yok. Mecburen kabul ediyorum, ama çok kızdım bu işe. Benden alınan para, burada bir kişinin en az üç ay rahat geçinmesini sağlar, biliyorum. Buralarda herkes soyguncu!

Otel diye, küçük bir pansiyona gönderdiler. Sırt çantamı odaya çıkarmamın üstünden iki-üç saat geçmemişti ki rehber geldi. Hiç dinlenemedim. Otel parasını da boş yere almışlar.”Başka bir ülkedeyim. Artık koşullar ne gerektiriyorsa uymaktan başka çıkar yol yok.”, diyerek kendimi yatıştırmaya çalışıyorum. Rehber kumanyamı veriyor araca binerken;2-3 paket bisküvi. Ne desem bilmem ki?
”Meyve kaç kuruş tutardı? Tek tek söylemiştim istediklerimi.”Ok,ok! “deyip geçiştirdiniz. Yemem kaldır şunları gözümün önümden”, diyorum rehbere kızgınlıkla.“Dağa konsantre ol oğlum Haki. Kızgınlığını unut gitsin. Kalan her şey önemsiz, küçük detaylar sadece.”

Araç ile döne döne, bozuk yol üzerinden gidiyoruz. Konuşmak gelmiyor içimden. Yanımda 3lt su harici hiçbir yiyecek içecek malzemesi yok. “Gidelim görelim.”, diyorum.

Bir saatlik yolculuk sonrası deniz seviyesinden yükselerek 1.100m.deki Besakih Temple(Tapınak)’a varıyoruz. M.S. 1000 yılında kurulmuş tapınak. Dünya üzerindeki ,hangi kasttan olursa olsun, her Hindu’nun ibadet edebileceği tek tapınakmış. Mt.Agung’da en son 1963’taki volkanik patlamada yüzlerce köy,binlerce insan lavların altında kalırken,Bali’nin resmi tapınağı Besakih Temple ‘ın ana tapınağa bir şey olmamış.Bali halkı bunun tanrıların mucizesi olduğuna inanıyormuş. Zifiri karanlıkta hiçbir şey görünmüyor ki.

Alın fenerlerimizi taktık. Tapınağın içindeki dik merdivenlerden Agung Dağı’na tırmanış için cangıla gece tam 11.00’de başlıyoruz. Hava,meltemli bir yaz akşamı gibi.Gökyüzü pırıl pırıl.Yıldızlar ve ayın ışıldattığı gecede,tropikal orman içindeki patikaya girince keyfim yerine geliyor.İçim kıpır kıpır.Heyecanlıyım.Oldukça hızlı bir tempoda tırmanışa başladık doğanın sessizliğini dinleyerek.Yaklaşık bir saat sonra rehber işaret ediyor.İki büklüm;eli midesinde.Midesi ağrıyormuş,biraz dinlenmek istiyor.İlk yardım çantamdan bir ağrı kesici veriyorum.Devam ediyoruz.Işıl ışıl yanan Hindu tapınakları altımızda kaldı.Dönüşte görürüm artık.Cangılın içinde,yağmur ve volkanik küller sebebiyle çok kaygan olan patika üzerinden kaya düşe tırmanıyoruz.Dizlerimiz kan revan içinde kaldı.Bu rota dikleşmeye başladı.Otların demetlerine,dallara tutunarak yukarı tırmanmaya çalışıyoruz.Rehberin midesi sık sık küçük molalar vermemize sebep oluyor.Orman içinde verdiğimiz molalardan birinde arkamızdan gelen bir ışık görüyorum.Kısa bir süre sonra bir ABD’li çift ve iki rehberi(tek rehber niye yetmemiş ki?) bize yetişiyor.Adamın altında benimki gibi kısa bir şort var.Kondisyonu iyi görünüyor ,ama eşi için aynı şeyi söylemek mümkün değil.Kadıncağızın ayağında sadece şehirde giyilebilecek bir spor ayakkabısı.Dizleri yara bere içinde,kanıyor.Birçok kez düşmüş buraya gelene kadar.

“Bu ayakkabı sabun gibi kaydırır, rota çok dik, yağmur, çamur, cangıl çok zor. Çıkamazsınız. Devam etmeyin en iyisi!”diye telkinde bulunuyorum. Eşini gösteriyor. Eşi zirve yapmayı çok istiyormuş. Oysa adam pek ilgilenmiyor kadının çaresizliğiyle. Bizim önümüzden geçip ormanın içinde gözden kayboluyor.Ne garip! Yapabileceğimiz bir şey yok. “Kadın kendi karar versin ne yapacağına.Ama bu halde geri dönmesi bile çok zor.”, diye düşünüyorum.

Ben ve midesi fena haldeki rehberim, biz de tırmanışa devam ediyoruz. 2600m.de ormanlık alan bitti. Gün ağarmaya yakın. Rota yaklaşık 55 derece dik açıyla devam ediyor. Her iki tarafı derin uçurum olan çok ince ve dik sırt hattından tırmanışa devam ediyoruz. Volkanik patlama ile lavların havayla temas edip hızlı soğuması ile oluşan bazalt, andezit cinsi püskürük taşlar, ayaklarımızın altından cüruf gibi kayıyor. Volkanik bir dağ; üstelik bu rota gerçekten zor! Sert rüzgâr çıktı. Tempomuzu yavaşlatıyoruz.3-4 kişi daha, bize yakın tırmanıyorlar rehberleriyle.
Zirveye ulaştığımızda saat sabah 5.50; zirveye varmamız 7 saat sürmüş. Muhteşem dağ üzerinden güneşin doğuşunu da yakalayabildik. Tarif edilemez bir sevinç ve mutluluk içindeyim. Zirvede iki kişi var. Bir kaç dakika aralıklarla diğerleri de ulaşıyor. Toplam 7 kişi zirvede birbirimizi kutluyoruz. Zirvede de rüzgâr çok sert esiyor. Polar eldivenimi giyiyorum da, altımda şort; donuyorum! Çabucak polar altlığımı da giyiyorum.

ABD’li çiftten koca zirvede, ama eşi görünmüyor civarda. Haber geliyor az biraz sonra kadının rehberiyle. Çok fena düşmüş; iki dizi de kırılmış! Çok kötü bir durum! Ama belliydi böyle olacağı. Adam da ne kadar duyarsız davrandı. İnsan koruyup kollamaz mı eşini?

Gün doğuşunu, muhteşem dağın güzelliğiyle görüntülüyorum. Tarifi mümkün değil; volkanik dağın zirvesi güneşi kucaklıyor! Geçen seferki gibi kamera ve fotoğraf makinemi unutmadım. Daha dönüşümüz var. Dizlerimde de derman kalmadı.






Zirvedeki soğuk,30-35 dakika kalmamıza müsaade ediyor. Ormanlık bölümün başladığı yerde siyah kayaların üzerinde gri beyaz bir canlı dikkatimi çekiyor.”Bu ne acaba?” İri bir erkek maymun olduğunu görüyorum biraz yakınına gidince. Maymun familyasının vahşi lideri insanlara alışık. Buradan gelip geçen dağcıların verdiklerini, uzun yıllardan beri ailesine taşımayı alışkanlık edinmiş. Haraç kesen azılı bir kabadayı gibi bakıyor bize. Benim yemediğim bisküvileri, daha çantadan çıkarırken büyük bir hamleyle atlayıp elimden alıyor ve hızla gözden kayboluyor. Doğanın dengesini bozduk tüh! Kolesterole, şekere dikkat et maymun dostum. En azından kameramı, fotoğraf makinemi gasp etmedin!

İniş rotamız, son 3 yıldır hiç kullanılmayan bir rota. Geçen sene 3 yabancı hayatını kaybetmiş. Bu yüzden bu rotada çok az kullanılıyormuş. Seyahat acenteleri diğer rotadan çıkış yaptırıyormuş, bu rota yasakmış. Rehberim mide ağrısından dolayı çabuk dönmek istediğini söyleyerek bu yasak rotayı önerdi bana. Ben de kabul ettim.

Dik kayalık, uçurum üzeri sırttan inişe başlıyoruz. Saatimiz 6.25’i gösteriyor. Cangıl ağaçlarla,dallarla kaplanmış. Rehber ağaç dallarını keserek, otları açarak kendimize geçecek kadar bir yer yaratmaya çalışıyor. Ben de yardım ediyorum. Rehber de ben de, sık sık düşüyoruz. Dizlerimizde derman kalmadı. Ne zaman biter bu ızdırap! Dev otların, dalların üstüne adım attığımızda ayaklarımız boşlukta kalıyor; toprağın tabanı yok, altı boş çünkü. Çok dik iniş yolunda, hızla metrelerce sürükleniyor, düşmeye devam ediyoruz. Dallara tutunarak durmaya çalışıyoruz. “Düşüşlerden en az yara bere ile nasıl çıkarım?”a konsantre olmaya başlıyorum bir süre sonra. Ellerim dizlerim yara bere içinde. Bu rotayı kesinlikle kimseye tavsiye etmem!


Saat 11.00 civarı olmuş. Yaklaşık dört buçuk saatlik zorlu bir iniş sonrası, şükürler olsun ki tek parça olarak, köye ulaştık. Ayaklarıma kan oturdu. Dizlerimi sürüye sürüye ilerleyebiliyorum artık.

Köyün bu yakasında, geniş hasır şapkalarıyla kadınlı erkekli köylüler, hummalı bir şekilde çalışıyor. Ama tarlada değil, inşaatta; Hepsi inşaat işçisi. Yağmur sularını biriktirmek için yapılan su havzalarında çalışmak çok yaygın bir iş kolu haline gelmiş. Bizi gören köylüler işlerini bırakıp bizimle ilgileniyor.

Rehber, elini yüzünü yıkayıp üstünü değiştirmek için yakınlardaki evine gidiyor. Ben de son gücümle on beş dakika daha yürüyüp köy bakkalına ulaşıyorum. Hiçbir şey yemedim dün akşamdan beri. Çok zor bir zirveydi üstelik. Üç-dört tane mango soydurup midemi ödüllendiriyorum normal hayata ilk adım için.

Vakit kaybetmeden beni bekleyen taksiye atlayıp şehre dönüyorum. Otelime yerleşip uyuyorum kemiklerim iyice dinlenene kadar. Bali’deki son günümde sahilde dolaşıyorum, insanlarla sohbet ediyorum, lezzetli yemeklerinden yiyorum. Ciddi riskler aldım, ama en az zararla ve sağlıkla hedefime ulaştım çok şükür. Yol göründü Haki! Şimdiki güzergâhımız Japonya.

Gezi serüvenimizin ikinci bacağı;
Uzun bir yolculuk bekliyor beni gene. Ülkeler, havaalanları arasında koşuşturmaya devam. Naçizane ömrümüze sığdırabileceğimiz ne varsa geç olmadan, gerçekleştirmeye çalışıyoruz.

24 Ekim’de Endonezya’ya veda ediyorum. Bali’den Kuala Lumpur’a oradan da Air Malasia ile Tokyo’ya varışım 25 Ekim sabah saatlerini buluyor. Otobüs ile şehir merkezine ulaşıp otelime yerleşiyorum.

Hava kapalı. Tahmini 20 derece. Otele yerleştikten sonra çıkıyorum hemen. Çok temiz ve düzenli bir şehir olduğu ilk görüşte anlaşılıyor. Caddede birbirinden ilginç mağazalar, özellikle elektronik mağazalarının albenisine karşı koymak imkânsız. Benim hedefim Fuji Yama ve doğanın içinde olabileceğim yerler. Dikkatin dağılmasın Haki!

Ne yiyebilirim civarda? Geleneksel Japon Mutfağı, benim gibilere çok zengin seçenekler sunuyor. Suşiler, çorbalar, körili, acılı soslar... Tadalım bakalım. Biraz da güç toplayalım. Dağ beni çok yormuş.

Caddelerde birkaç saat dolaşıyorum. Şehir içindeki modern otobüslerden bir-ikisine binip iniyorum, bu şekilde bir yandan dinlenirken etrafı da görebileyim. Tokyo şehri aylarca gezilse bitirilecek bir şehir değil. New York gibi dünyanın sayılı megapollerinden. Şehri anlamak, tanımak için en geçerli yol havadan ya da limanlarından bakmak. Sınırlı vakitte en iyisi ben limana ineyim. Daha sonra da Fuji-Yama civarına nasıl gideceğimi araştıracağım.


Şehir merkezindeki bir tapınağı dolaşırken şans eseri bir düğün alayına rastlıyorum Tanrıların onayını almak için geldikleri kutsal mekânda birbirinden ilginç geleneksel kıyafetleriyle küçük bir tören yapıyorlar. Kız tarafından da oğlan tarafından da tanıdığım kimse yok ama, aile albümü fotoğraflarından birkaç fotoğraf benim albümüme de giriyor.

Daha sonra metroyla Tokyo Limanı’na gidiyorum. Sağanak yağmur altında dolaşan tek yabancı benim. Limanın karşısında çok büyük bir ada var. Odaiba Adası’na “Rainbow Bridge(Köprüye solar aydınlatma sistemi ile takılmış kırmızı, yeşil ve beyaz lambalar, hava kararınca gökkuşağı renklerini yansıtıyor.) üzerinden metro ile geçiyorum. Ada yapay bir adaymış! İçinde birçok alışveriş merkezi, turistik yer var.

Ada’nın bir yanından Tokyo limanına uzanan Sumida Nehri üzerindeki birbirinden farklı mimariler ile belli aralıklarla dizilmiş 16 köprü, anakaraya bağlanıyor. Limanda birbirinden ilginç, tasarım harikası gemiler ile nehir boyunca köprülerin altında gezinti yapmak da mümkün. Ben de çok ilginç bulduğum(dünyada tekmiş),uzaygemisi görünümündeki “Himiko” adlı deniz otobüsü ile gezinti için bilet alıyorum kredi kartıyla. Nakit taşımak yerine kredi kartı, her yerde cırt cırt geçiyor. Ama elbette ki Antalya’ya döndüğümde hesaplaşacak benimle. Neyse sonra düşünürüz bunları. Böyle yağmurlu bir havada topu topu 3 kişiyiz deniz otobüsünde. Himiko, Japonya’da uzun yıllardır çok sevilen bir animasyon filmi ve filmdeki aynı isimli uzaygemisi imiş. Bir saat süren gezinti boyunca, gözyaşı şeklinde tasarlanmış bu fütürist geminin üç boyutlu pencerelerinden old Edo/new Tokyo(tarihi Edo; günümüzdeki adıyla modern şehir Tokyo)’nun 360 derecelik panoramasının tadını çıkarıyorum. Hava erken kararıyor artık. Gün kararırken, Japon mutfağından seçtiğim hafif ama doyurucu yiyeceklerden sonra uyumaya çekiliyorum.

Tokyo’daki ikinci günümde erkenden Meiji Jingu Tapınağına gidiyorum. Shinto inancına göre oluşturulmuş tapınak, Japon hayatının köklerini anlatıyor. Bu inançta dinin kurucusu, kutsal kitap, ruhban sınıf ve benzeri kavramlar yokmuş. Aksine doğa ile uyumlu yaşamak,”Magokoro”(samimiyet, içtenlik, açık yüreklilik) gibi değerler üzerine kurulmuş bir inanç sistemi. İmparator Meiji ve İmparatoriçe Shoken anısına 1920’lerde inananlar tarafından yüz bin ağaç bölgeye dikilmiş. Sonsuz olması planlanan orman; üzerinden 90 yıl geçmeden büyüyerek ,nesli tükenmekte olan bitki ve hayvanlar ,mabet ağaçları(gingko trees) ile doğal bir ormandan farksız hale gelmiş.Tapınağı çevreleyen Meiji Jingu bahçeleri de her mevsime özgü çiçekleri ile gerçekten insana taze enerji veriyor.

Üçüncü gün Fuji-Yama’ya doğru yola çıkıyorum, Ünlü bir Japon deyişi ”Fuji Dağı’na hayatında bir kere çıkmayan aptaldır, dağa çıkan ise iki kere aptaldır.”,demiş. Biz de bu onura nail olalım, Japonya’daki kutsal üç volkanik dağdan 3776 metredeki en yükseğine çıkalım.

Tokyo’dan 2,5 saat süren otobüs yolculuğu sonunda dağa en yakın Fujikyu’ da iniyorum. Japonya’nın sembolü haline gelmiş dağ, şansıma bulutsuz havada çok iyi görüntüler almamı sağlıyor. Japon yetkilileri ise, şansımı zorlamamam gerektiği konusunda ısrar ediyorlar. “Neden?”, diye soracak olursanız Fuji Dağı’nın resmi tırmanma sezonu; sadece Temmuz ve Ağustos ayları. Bu tarihlerden başka zamanlarda her yer kapalı. Yeme-içme ya da kalmak için açık bir yer bulmanın imkânı yok. Rehber yok. Dağın konumu, topoğrafik yapısı, yüksek irtifadaki şiddetli rüzgâr, buzlanma gibi etmenler, kurallardan tavize imkân vermiyor. Kısacası “No Way!”(Asla!)

Çok üzgünüm.Dağ çıkışını başka bir sefere ertelemekten başka çarem yok, ama bölgede yapılabilecek alternatif de çok. Ben de Mt.Fuji’nin beş kardeşi,Fuji Five Lakes’ e gidiyorum. Göller, Yamanashi ilinde, Fuji Dağı’nın kuzey eteklerinden başlayarak tam bir yay görünümünde dizilmişler. Yürüyüş için Lake Yamanaka’yı seçiyorum. Japonya’da burası “Kuğu Gölü” olarak biliniyormuş, çünkü tüm yıl boyunca kuşlara, özellikle kuğulara ev sahipliği yapıyor. Gölün etrafında 3-4 saat yürüyüş yapıyorum. Kuğular, gün batımına yakın güneşin kızıllığı içinde Fuji-Yama’yı arkalarına almışlar; görsel bir şölen sunuyorlar. Gölde ulaşımı sağlayan kuğu şeklindeki feribotlar da çok estetik. Günbatımında, bir açıp bir kapayan bulutlu havada, Fuji Dağı’nın panoramik fotoğraflarını çekmeye çalışan fotoğrafçılara “Konnichi wa!(Merhaba!)”diyerek, ben de yerimi alıyorum.

Dördüncü gün; Japonya’yı doğada keşfetmeye devam. Tokyo’ya bir saat mesafede Hachioji şehrindeki 599metre yükseklikteki Mt.Takao, beni buyur ediyor. Karadeniz’deyim sanki. Dağın bulunduğu bölge; Japonya subtropikal ve ılıman kuşak ormanlarını kapsayan, doğal vejetasyon ve yaban hayatının binlercesinin bulunduğu bir cennet. Girişteki ofisten bir harita kapıyorum.Maalesef harita Japonca. Görevliye “Ohayoo gozaimasu! (Günayydınn!)”, selamı çaktıktan sonra biraz bilgi vermesini istiyorum. Japonca anlatmaya başlıyor, heyecanlı heyecanlı. Zor müdahale ediyorum bildiğim üçüncü ve son Japonca cümleyle;”Watashi wa Toruko-jin desu(Ben Türk'üm).”Gülüşerek anlaşıyoruz nihayet.

Çok erken saatte geldim buraya. Üstelik hafta içi,ama birkaç değil yüzlerce insan yürüyüş yapıyor!Seçtiğim patika;sık bitki örtüsü içinde akçaağaçlar ve çok sevdiğim,yüzlerce yıllık anıt sedir ağaçlarıyla devam ediyor.Şelale yanından geçiyorum.Doğa enfes. Zirvede hava açık olduğu için Fuji Dağı çok net görülüyor.Toplam dört saat yürüdüm.”Dağa çıkamadım ama Japonya’da doğada olmayı başarabildim. Aferin!”,diye tebrik ediyorum kendimi.

Beşinci gün; Japonya’daki son günümde Tokyo’ya bir buçuk saat mesafede kaplıcaları dünyaca ünlü olan Hakone’ye gidiyorum. Gezime, Ōwakudani(Kaynayan Büyük Vadi)den başladım. Hakone kaplıcalarının bulunduğu bölgede sülfür gazları yoğun bir şekilde havaya karışarak buharlaşıyor. Hakone Dağı’nın en son 3000 yıl önce meydana gelen volkanik püskürmesinin devam eden küçük bir animasyonu sanki; eşsiz bir seyir imkânı veriyor. Burada ayrıca, sülfürlü kaplıca sularına yüzlerce yumurta bırakılıp kaynatılıyor ve daha sonra satılıyor. Sülfürlü suya giren yumurtanın rengi, bir-iki dakika içinde siyaha dönüşüyor ve sülfür kokuyor. Bir de rivayet var yumurta ile ilgili; pişen her bir yumurtayı yemenin insan ömrünü 7 yıl uzattığına dair. Elbette yumurta yemeyi de abartmamak lazım.7 ve katları hesabı yaparken, aşırısı ömrü de sonlandırabilir buracıkta. Denemekten vazgeçiyorum.

Bir süre yürüyüş yapıp modern Hakone Ropeway(teleferik)’e biniyorum.20 dakika sonra Lake Ashi’ye indim. Enfes bir panorama. Göl, Hakone Dağı’nın 3000 yıl önceki son volkanik püskürmesinde oluşan çok büyük bir çöküntünün tamamen su ile dolması ile oluşmuş bir “kaldera gölü”.Gölde korsan gemisi görünümündeki gemiler ile gezinti yapılıyor. Ben ise göl kenarında bir lokantada oturup, son bir defa Japon yemeklerine gezinti yapmayı tercih ediyorum.

Haki Engin
Gezgin ve Doğa Sporcusu