24 Kasım 2011 Perşembe

Etopya Simen Dağları Zirveleri1-23.11.2011












Merhaba Değerli Doğasever Arkadaşlar,
En son Ebru ile gerçekleştirdiğimiz "Yüksek Atlas Dağları" Toubkal zirvesi sonrası gözümüzü Doğu Afrika'nın en yüksek zirvesi Simen Dağları'na çevirdik.(1 Kasım-23 Kasım 2011)

Projeyi hayata geçirmek için ön hazırlıklara başladım.Ekvator kuşağına yakın bölgede tırmanış için en uygun mevsimlerden Kasım ayının ilk günü Lufthansa Havayolları ile başkent Addis Ababa'ya,oradan da kara yoluyla tırmanış yapacağım Milli Parkın bulunduğu Gondar 'a ulaştım.Milli Park'ta tırmanış için gerekli izinleri tamamladım.8 günlük kamp için aşçımı,katırcı ve silahlı muhafızımı ve bu süre zarfında gerekli olan yiyecek-içecek ve ekipmanı organize ettim.Bir sonraki gün sabah 6:30'da malzemeleri katıra yükledikten sonra,İngilizce bilmeyen silahlı muhafız ile yürümeye başladık."Dünya Mirasları listesinde" bulunan Simen Milli Parkı içinden başlayarakbirçok yoksul dağ köylerinden geçerek birinci kamp Sankaber'e (3240m) yaklaşık 8 saat yürüdük.Ertesi sabah erken yürümeye başladık.Simen Dağları yüksek bir plato;Yüksek vadileri gören dik uçurum kenarları Gelada Babunlarının da yaşam alanı.Biz de çoğunlukla uçurum kenarlarından babunların yanından bol bol fotoğraf çekme imkanı bularak, yaban hayatı içinden devam ettik."Jinbar Şelalesi'ni" geçerek 2. kamp Geech Kamp'a (3600m.)ulaştık.Burada kampa yakın bir Müslüman Köyü'ne misafir oldum.Son derece yoksul ama bir o kadar da konuksever köylüler, bana "kahve seremonisi" yaptılar.Kahve çekirdeklerini bir saz kulübe içindeki saç üzerinde kavurdular.Daha sonra çaydanlıkta kaynatarak kahveyi, yumurta ve köy ekmeği ile birlikte ikram ettiler.2.kamptan ayrıldığımız gün büyük bir gündü.Her günkü gibi erken saatlerde yola çıktık.9 saat süren yorucu ve uzun bir yürüyüş sonrası Imet Gogo(3926m.) zirvesine ulaştım.Öğleden sonra 3.kamp yeri Chenek'e (3620m.) inerek gün batışını izleme imkanım oldu.4.gün kamp yerine ulaşmak 11 saat sürdü.Uzun bir tırmanış ile Mount Biuat (4437m.) zirvesine ulaştık.Kesintisiz devam eden dolu yağışı altında,kaygan zeminde tırmanış tehlikeli koşullarda devam etmemize sebep oldu.Buradan 4460m yükseklikteki üçüncü zirve Abba Yared'e ulaştım.İnişe geçerek 4200m.deki Bawhit Pass'a ,oradan da hava kararmak üzereyken 3200m.deki Ambiko Kampı'na indik.Şiddetli ve kesintisiz yağış sebebiyle çadırlarımızı kuramadık.Bir sundurmanın altında gece yarısına kadar mat üzerinde bekleyerek uyumaya çalıştım.5.gün Doğu Afrika'nın en yüksek zirvesi olan Ras Dashen'e tırmanacaktık.Kamp yaptığımız yerdeki yağıştan zirvenin oldukça soğuk ve karlı olacağını kestirebiliyorduk.Tam gece yarısı zirve tırmanışına başladık.Doğal bitki örtüsü çeşitleri azalırken, odunumsu bitkiler tek tük görülmeye başladı.Sabah saatlerinde zirvenin son 50-60 metresi donmuş olan buzlu uçurumdan tırmanmamızı gerektirdi.Zorlu geçen bu son bölümden sonra,gün aydınlandıktan bir süre sonra 4543m.deki Ras Dashen'e ulaşabildik.Zirveden tüm Simen Dağları zirveleri görülebiliyordu.Muhteşem manzaranın tadını çıkarıp fotoğraf çektikten sonra fazla oyalanmadan inişe başladım.Uzun bir dönüş yolculuğu beni bekliyordu.Geldiğimiz rotayı takip ederek Ambiko Kampına ulaştım.Aşırı yağış sebebiyle,çamur altında kalan kamp yerinde çadır kurmak mümkün olmadı.İnişe devam ederek Ambiko ile Chenek Kampı arasındaki bir dağ köyüne ulaştım ve burada geceledim.Ertesi sabah çıktığım rotadaki kamp yerlerinden inişe devam ederek birkaç gün sonra Debark Kasabası'na ulaştım.Bir gece de burada kaldıktan sonra, ilkel bir köy tobüsünde seyahat ederek,Tala Gölü yakınındaki Gondar şehrine ulaştım. Birkaç gün daha burada kalıp yaban hayatı,insanlar ve taşra hayatını tanımaya çalıştım.Uçakla Addis Ababa'ya dönerek Doğu Afrika'nın en yüksek dört zirvesini kapsayan ekspedisyonumu tamamladım.

Doğayla dost keyifli günler dileğiyle,
Haki Engin
Doğa Sporcusu ve Gezgin

1 Mart 2011 Salı

ALASKA EKSPEDISYONU 01.07.2010-07.08.2010

























Uzun zamandır, Kuzey Amerika’nın en yüksek zirvesi Mc Kinnley’e(6194m.) gitmek ve Alaska yaban hayatını görebilmek arzusundaydım. İmkânım olursa Arktik Okyanusunun en kuzeyindeki Kuzey Buz Denizine kadar olan bölgeyi de görmek istiyordum.
Rehber ve lojistik ile ilgili araştırma sonrası uzun bir yolculuk beni bekliyordu. Frankfurt üzerinden New York’a, New York’tan Seattle’a, Seattle’dan Alaska eyaletinin başkenti Anchorage’a ulaştım.


Alaska Yarımadasının kuzeydoğusunda, Alpin Chugach
Dağlarının alt kesimlerinde, kıyı şeridinde bir ova üzerine kuru

lu Anchorage’daki otelime yerleştim.
Rehber, önceden kararlaştırdığımız üzere ertesi sabah benimle otelde buluşuyor.


Grubumuz,Kanada ve A.B.D.’li altı kişi ve tek Türk bendeniz, ilk olarak Alaska yolu üzerinde son derece etkileyici Matanuska Buzulu’na geliyoruz ilk olarak.

Rehber, yola çıkarken bizi yaban hayatındaki risklerle ilgili bilgilendiriyor. Özellikle boz ayılar, siyah ayılar,nadir de olsa kutup ayısı,vaşaklar,bizonlar ve geyik familyasından moose ve karibular ile karşılaşma ihtimalimiz oldukça yüksek.Böyle bir durumda nasıl davranmamız gerektiği ile ilgili detaylı bir brifing veriyor.Tabii ki biz onların yaşam alanına girdiğimiz için hayvanların yaşam alanına saygılı olmalıyız.

Hayallerini kurduğum Alaska’nın vahşi doğasının içindeyim nihayet. Yaşasınnn!!! Talkeetna Dağları’na doğru kilometrelerce uzanan ve Matanuska Nehri’ni besleyen buzul, Alaska’nın girilebilir en büyük buzulu.

Long Lake gölü kıyısında küçük bir gezinti yapıyoruz. Göl kıyısında Alaska’ya özgü sarı, mor, kırmızı, beyaz bahar çiçekleri fışkırıyor. Derin vadiler arasında kilometrelerce uzanan buzul üstünde yürüyüş yapmak istiyorum. Rehber, vahşi ayılar konusunda beni bir kez daha uyarıyor. Boz ayıların, balıkları özellikle de somonları çok sevdikleri herkesin malumu. Nehir ya da göl kıyısına somon avlamak için gelen birkaç boz ayıyla karşılaşmak an meselesi. Rehber ,gene de doğa sporcusu olduğum ve büyük bir heyecanla bölgeyi keşfetmek istediğimi bildiği için, benim iki veya üç kişilik grupla ayrı gitmeme izin veriyor.

Grubumuzdaki iki kişiyle birlikte buzul üzerinde yürüyüşe başlıyoruz. Hava sisli ve soğuk. Buzulda krampon takıp uzun bir rotada yürümeye devam ediyoruz. Devasa buzulun eriyen bölümüne kadar gidip gelmemiz üç saati buluyor. Dönüşte tünemiş iki tane iri balıkçı kartalını fotoğraflıyoruz. Şansımıza nehir yatağında ayıya rastlamadık.

Akşamüzeri çadırlarımızı Hatcher Pass Rekreasyon Alanı ve tarihi maden ocaklarının bulunduğu parkta, nehrin yakınına kurduk. Ayının hassas burnundan yiyeceklerimizi korumak için yiyecekleri kapalı aracın içinde muhafaza ettik. Bu tedbiri tüm ekspedisyon boyunca sürdürmemiz gerekti.

Kamp yerinde,kutup dairesinde gün uzun olduğundan geceyi yakalamak çok uzun zaman alıyor.
Kamp ateşinin etrafında otururken,ne yazık ki, dünyanın birçok farklı bölgesinde gözlemlediğim küresel ısınmanın etkilerine burada da şahit oldum. Milyonlarca yıldır var olan buzullar, son birkaç yılda hızla eriyip nehre dönüşmüş. Çadırları kurduğumuz alan, bu erimiş buzuldan geriye kalan nehrin yakınında.

Ertesi gün Alaska’nın en büyük milli parkı Wrangell St.Ellias’a gidiyoruz.Dünya mirası kabul edilen sit alanında Kuzey Amerika’nın en yüksek zirveleri olan dört büyük dağ; Chugach, St. Elias, Alaska ve Wrangell Dağları yükseliyor. Milli Park içinde, Alaska tarihindeki en eski ve en verimli altın ve bakır ocaklarının bulunduğu kasabalara, McCarthy and Kennicott’a, doğru yola çıkıyoruz.

Bir sonraki gün de erken saatlerde çok az kişinin görme imkânı bulabildiği Kennicott ve Root buzullarına gidiyoruz. İki gün buradayız. Dünyanın bu uzak diyarında, yaz mevsimi çok kısa sürüyor.Kanadalı bir arkadaşla yürüyüşe çıkıyoruz. Kramponlarımızı takıp kâh derin çökeltilerden, kah uçurum kenarlarından geçerek muhteşem buzulda toplam on bir saat yürüdük. Buradan ayrılmadan önce her iki buzulun birleştiği, devasa Stairway adlı donmuş şelalede de buzul tırmanışı yapma şansına sahip olduk .Buzul tırmanışı, yorucu ama bir o kadar da keyifli oldu.

Sadece yedi kişilik grubumuzla Alaska’nın kalbine yolculuğumuz devam ediyor. Valdez’e yakın kurduğumuz kampt,a ateşte barbekü somon yapıp sohbet ediyor, dağları, buzulları, denize akan küçük nehirleri seyrederek doğayı dinliyoruz. Önümüzdeki günlerin de keyifle geçmesini temenni ediyoruz birbirimize.

Ertesi gün,Chugach Dağlarının eteğindeki Valdez’e doğru kuzeyden güneye giden tek yol olan toprak yol üzerinden devam ediyoruz. Pasifiğin şirin kasabası Prudhoe Bay limanına borularla ulaştırılan petrol, bizim gittiğimiz bu yol üzerinden tankerlerle anakaraya taşınıyor.

Alaska’da 1898 yılında “Altına Hücum” sloganıyla talihini aramak için gelen binlerce kişi ile kasaba haline gelen Valdez,1970’lerin başında da “Petrole Hücum” diyerek inşa edilen boru hattıyla önem kazanmış. Yol üzerinde Kennicott’ta artık kapatılmış olan maden ocaklarına iki buçuk saat yürüyerek ulaşıyor ve bakir topraklarda yaşanan zorlu mücadeleye bir göz atıyoruz.

Alaska’nın “Küçük İsviçresi” olarak bilinen Valdez şehri, Chugah Dağları’nın eteğinde, nehirler, şelaleler, orman ve görkemli buzulları ile bir doğa harikası. Burada buzul tırmanışı, yürüyüş rotaları, okyanusta gelgit suları üzerinde kano yapma, kalkan ve somon balıkları avlama, yaban hayatını ve müthiş buzul manzaralarını gemi yolculuğu yaparak izleme gibi pek çok aktiviteye katılmak mümkün.

Gruptan Japon asıllı A.B.D.’li bir arkadaş ile yürüyerek yaban hayatının içine girmeye karar verdik. Valdez limanından bir patikaya dalarak endemik bitkilerin,farklı renkli çiçeklerin arasından yükselerek orman içinde yürüyüşe başladık.Birçok yerde karşımıza çıkan yaban mersini,boz ayıların en çok sevdiği yemişmiş.Yemişler,çiçekler derken orman içinde oldukça uzun zaman geçirmişiz.Yağmur başladı.Yüz metre ilerimizde iri cüsseli bir boz ayıyı fark edip susuyoruz.Ayı, oburca yemiş yiyor.Çok büyük bir tehlike!Kanın hızla beynime hücum ettiğini hissediyorum.Bu toprakları ve yaban hayatını görmeyi yıllardır çok istiyordum ama, bir ayı saldırısıyla hayatımın son bulması fikri kanımı donduruyor.Hemen kendimi topluyorum. Ekspedisyona başlarken yaban hayatı ile ilgili verilen eğitimde ne anlatılmıştı?”Ola ki bir ayıyla karşılaşırsanız asla gözlerinin içine bakmayın.”Üç beş adım gerimde duran Japon arkadaşa çeviriyorum başımı. İkimiz de kollarımızı kaldırıyor, başımızı olabildiğince yana çevirip “Go Bear!””Go bear!”,diye bağırarak geri geri adım atıyoruz. Göz ucuyla ayının bize baktığını kestirebiliyorum.500-600kiloluk dev bir ayı. Umursamaz bir tavırla fundalıkların arasına girip gözden kayboluyor. Ne kadar süre geçti bilmiyorum ama, kan ter içinde kalana kadar geri geri uzaklaşmaya devam ettik. Genelde ayılar, yavrularıyla birlikteyken ve yiyecek bulamayıp çok aç kaldıklarında insanlara saldırabiliyorlar.Alaska’nın uzun geçen kar ve buzul altındaki tayga ve tundrası, bahar ve yaz mevsiminde bölgedeki yaban hayvanlarına envai çeşit besin sunuyor. Birkaç adım ötemizde bizi gördüğü halde saldırgan davranışlar sergilemeyen ve bu genellemeye uygun hareket eden boz ayıya teşekkürlerimi sunuyorum. Adrenalin bombardımanına uğradık ve rotayı devam etmek yerine hızla geri döndük. Kamp yerine varınca başımıza gelenleri anlatıyoruz. Ekipte boz ayıyı ilk gören biz olduk.

Seyahatimizin altıncı günü Chugach Dağları’nın kıyısındaki Prince William Sound’ı boydan boya geçmek için feribota biniyoruz.Denizci ve kaşif Kaptan Cook, dünya seyahatlerinin üçüncü ve sonuncusunda keşfettiği bu bölgeye,krala saygılarını sunmak için kralın oğlunun adı olan Prince William Sound adını vermiş.

Orman ve buzulların okyanusa yansıması ile turkuaz rengindeki muhteşem suyun üstünde seyir alıyoruz. Kıyıya yakın denizaslanı kolonileri fark ediyoruz. Deniz kuşları ve bizimle yarışan yunuslar ile manzaranın tadını çıkarıyoruz. Kopan tonlarca buzul kütleleri, sağlı sollu yüzüyor ve dalgalara karışıyor.

Hope kasabasına kadar süren altı saatlik deniz yolculuğumuzda rehber, Valdez’in tüm dünya kamuoyunda duyulmasına sebep olan 1989 tarihli “Exxon Valdez Çevre Felaketi” ile ilgili bilgi veriyor. İnsan eliyle gerçekleşen en büyük çevre felaketlerinden biri olarak nitelendirilen kazada, Exxon Valdez isimli petrol tankerinden milyonlarca galon petrol, Bligh Ada Resifi açıklarında denize akmış, ve bölgedeki doğal yaşam da bundan yoğun bir şekilde olumsuz etkilenmiş. Deniz kuşlarından katil balinalara kadar pek çok türden hayvan ölmüş.

“Çevre felaketleri hiç olmasın.”, ümidi ile Ümit yani Hope Kasabasına ulaştık.
Sabah erken kalkıyoruz.1900’lü yılların başında “altına hücum” döneminden kalma ağaç evler arasından, orman içi patikalardan bütün gün yürüyüş yaptıktan sonra güneye doğru yola çıkıyoruz. Kenai Yarımadası’nda, Kenai Milli Parkı Yaban Hayatı Koruma Bölgesi’ne, Chugach Ormanı’na gideceğiz.

Chugach ve Kenai Dağları kale gibi etrafımızı çeviriyor. Nehir yakınında kamp çadırlarımızı kurduk. Şelaleler, orman, dağlar, yürüyüş rotaları ile yeryüzü cenneti. Haziran başı, buradan yola çıkan somon balıkları sürüler halinde Rus nehrine yüzüyor. Somonlarla dolup taşan Kenai Nehri’nde kayıkla belli bir ücret karşılığı somon balığı avlamama izin veriyorlar. Akşam yemeğimiz nehirden grupça avladığımız somon barbekü.

Ekspedisyonun onuncu günü Seward ve Kenai Fiyortlarına gidiyoruz;750 km2lik buz tarlasında ve okyanusta bol çeşit deniz yaban hayatı var. Kenai Fiyordunda kıyıyı takip eden patikadan dik tırmanarak Exit Buzuluna çıkıyorum. Oldukça yorucu bir tırmanış, ama değdi doğrusu. Tüm bölgeye hâkim manzarayı görüntülüyorum fotoğraf makinemle.
Bir sonraki gün kuzeye, Alaska’nın en yüksek McKinley zirvesinin bulunduğu Denali Milli Parkı’na geliyoruz. Üç gün buradayız.Bu kıtaya gelmekte beni en çok heyecanlandıran Kuzey Kutup Dairesi’ne çıkmak ve kıtanın en yüksek dağı Mc Kinnley’e tırmanabilmek idi.Ancak daha yedi sekiz sene öncesine kadar bu dağa tırmanma maliyeti toplam altı-yedi bin dolar civarındayken şimdi,yirmi bin doların üzerine çıkmış.Bu sebeple bu zirveyi gerçekleştiremeyeceğim ne yazık ki.

Denali Milli Parkı;yaban hayatı,koruma alanı ve milli park olmak üzere üç bölümden oluşuyor. Atı yüz elliden fazla çeşit çiçekli bitkinin bulunduğu Alaska’nın en ağaçsız bölgesindeyiz. Kuzey Kutup Dairesinde, oldukça uzun ve ağır geçen kış koşullarına dayanıklı bitkiler yaşayabiliyor burada sadece.
Tayga kır çiçekleri, söğüt,yaban mersini ve benzeri bitkiler, yedi-sekiz yüz metreden sonra yerini,tundra bodur ağaçlarına bırakıyor.Çayır hasırla kaplanmış gibi;kayalıkların orta yerlerine kadar uzanıyor.Alaska’ya özgü “unutma beni” çiçekleri kısa süren yaz mevsimini süslüyor.

Bahar ve yaz mevsimi, bölge hayvanlarının yıllık yiyeceklerini çok hızlı bir şekilde depolamakla uğraştıkları bir dönem.Yaban hayatı,hummalı bir koşuşturmaca içinde.Obruk kenarlarında otlayan Dall koyunları görüyoruz bol bol.Kuzey Amerika ren geyiği,karibu da bölgede en çok rastladığımız hayvanlardan.En az yirmili sürüler halindeler.Boynuzlarıyla gösteriş yapıyorlar.Kanada geyiği, geyik familyasının en iri üyesi.Diğerleri gibi sürüler halinde değiller.Buzağılar, söğüt ve çayırla beslenirken, anneleri yavrularını yakın takipte. Küçük memelilere de çok rastladık burada. Olabildiğince fotoğraflıyoruz.

Denali Parkında kurt, boz ayı, vaşak, sansar, yabani tavşan, sincap, kirpi, kunduz, dağ sıçanı dâhil otuz yedi çeşit memeli var. Göl kenarında somon avlayan boz ayıları fotoğraflama imkânımız da oluyor. Baykuşlar, altın kartallar, saksağan, atmaca ve şahin görebildiğimiz yırtıcı kuşlardan oldu.
Denali Milli Parkı içinde Kanadalı arkadaşla birlikte, rehberin iznini alarak civardaki birçok dağdan ikisine zirve yaptık keyifle. Hiçbir patikanın olmadığı doğaçlama çıktığımız zirvelerin tadını çıkardık.

Denali Milli Parkı’ndan sonra Kuzey Kutup Bölgesi seyahatimiz başlıyor. Kuzeye Alaska’nın Anchorage’dan sonra ikinci büyük şehri olan Fairbanks’a gidiyoruz. İlk olarak Chena Kaplıcalarına uğradık. Yüzyıllık kaplıcada kaya gölünde yüz beş dereceyi bulan termal sudan çıkan buhar, kuzey ışıklarıyla dans ediyor. Günlerce yürüdüğümüz Alaska topraklarında biraz gevşeyip dinlenmek için bundan daha iyi bir yer olamazdı kesinlikle!

Ertesi gün Kuzey kutup dairesine, araçla gidilebilecek en uzak noktaya gitmek için yola çıkıyoruz. Yukon nehrine giden tek geçitten, Asyalı mamutlara, misk öküzlerine ve Kuzey Amerika’nın ilk sakinlerine geçit veren yoldan şimdi de biz geçiyoruz.
White Mountains’ta bir süre duruyoruz. Buzul çağında bugünkü Alaska’yı Doğu Sibirya ile bağlayan 1600kmlik Bering Köprüsü ”Beringia”nın bulunduğu bölgeye geldik. Çevreyi dolaşıyorum. Akşamüzeri muazzam Yukon Nehri yakınında Brooks bölgesinde kamp kuruyoruz.

Sabah erken tek başına ormanın içine dalıyorum. Uzun saatler süren yürüyüşte kunduz ve tilki görüyorum.
Bir sonraki gün, Brooks Bölgesini geçtikten sonra ülkenin en büyük koruma alanı, efsanevi Arktik Yaban Hayatı Koruma Bölgesi sınırına çadırlarımızı kurduk. Hava hemen hemen hiç kararmıyor, en çok iki saat sürüyor alacakaranlık. Kuzeyden güneye 300km.lik bölgede gece yarısı güneşine kadar saatlerce yürüyüş yaptık. Tepeler, küçük göller, nehirler, küçük şelaleler arasından geçiyoruz. Tundra bitki örtüsü; fundalık, papirüsgiller ve karayosunları ile kaplı.

Sivrisinek de bu bölgenin hâkimi maalesef. Hiç aklıma gelmezdi; Sineksavar getirmediğime bin pişman oldum. Mutfak çadırında korunaksız yemek yemenin imkânı yok. Ben böyle saldırı görmedim. Tüm gece sivrisinek saldırılarına maruz kaldım. Yüzüm, ellerim şişti. Tahammül edemiyorum artık. Rehberin sivrisineklere karşı korumalı eski bir şapkası varmış. Bana veriyor da rahat ediyorum.

Ertesi sabah kuzey sahilleri boyunca giderken bariyer adalarını, lagünleri, nehir deltalarını görüyoruz. Sahil tundrası; kar kazları, deniz ördekleri, sahil kuşları, kuğular gibi pek çok göçmen kuşa yaşam alanı oluyor burası. Süslü alabalıklar ve kutup somonları nehirlerde sürüler halinde görülebiliyor.

Daha sonra, üç yüz milyon yıllık jeolojik oluşumla meydana gelmiş, yaban hayvanlarının iştahını açan inanılmaz büyüklükte tuz bataklığına geliyoruz. Dall koyun sürüleri tuzun tadını çıkarıyor. Biz de hiç batmayan güneşin altında kuzey kutup ışıklarının şafağında,akşam yemeğimizi yiyoruz.Modern hayattan uzakta bambaşka bir dünyada, kutup dairesindeyiz.

Son günümüzde Prudhoe Bay körfezine kadar gidiyoruz. Petrol ve doğal gaz rafinerilerini geziyoruz. Çok zor şartlarda çalışıyor buradaki insanlar.

Kamp yemeğinden, soğuk sandviçlerden bıkmıştık. Buradaki tesiste, çalışanların yemekhanesinde uzun bir süre sonra ilk defa sıcak ve envai çeşit açık büfe yemek yemenin tadını çıkarıyoruz.
Tesisten, modern yaşamdan uzaklaşıp tekrar nehir kıyısında Kuzey Kutup Dairesi’ndeki mütevazı çadırlarımıza geri dönüyoruz.

Sabah kampı toplayıp Alaska’nın en kuzeyindeki yerleşim alanı olan Barrow Kasabası’na uçakla gidiyoruz. Uçaktan, Arktik Okyanusu’nun kilometrelerce uzanan her tarafı donmuş Kuzey Kutup Dairesini uzaktan görebiliyoruz.Alaska ekspedisyonum burada sona eriyor.

Yeni rotamı, kutuplardan sıcaklara, Ekvatorun güneyindeki Tanzanya ve Kenya’ya çeviriyorum.

Haki ENGIN
Doğa Sporcusu ve Gezgin

19 Ağustos 2010 Perşembe

AVRUPANIN EN YUKSEK ZIRVESI-RUSYA/ELBRUZ DAGI

7 KITA ZİRVELERİNDEN ELBRUZ ZİRVESİ/RUSYA
28 TEMMUZ-4 AĞUSTOS 2006


Dünyanın yedi zirvesinden Avrupa kıtasının en yüksek zirvesi Elbrus’a diktim gözümü. Kilimanjaro ve Aconcagua zirvelerinden sonra sıra Elbrus’a geldi.
Altı ay önceden ekspedisyon için gerekli araştırma ve acentelerle yazışmalara başlamıştım. Sevgili dostum Özkan’a Avrupa’nın en yüksek zirvesine gitme planımdan daha önceleri bahsetmiştim. Birlikte gitmeye karar verdik.
Kafkas Dağlarının batı bölümünde “Sonsuz Dağ(Mingi-Tau)” olarak da bilinen Kabardino-Balkar ve Karaçay-Çerkesya arasındaki Elbrus’a gitmek için Moskova üzerinden biletlerimizi aldık.
27 Temmuz’da Moskova’dan “Stavropol Krai bölgesindeki(kray)” çok küçük bir havaalanı, sadece 4km.olan Mineralnye Vody Havaalanında acente görevlisi bizi karşıladı. Kafkas Dağlarının bulunduğu bölgeye gitmek için üçümüz dört saat daha taksiyle yolculuk yaptık.
Sönmüş volkan Elbrus Dağı’na gitmenin heyecanının yanında, eski SSCB topraklarına ilk defa ayak basmanın verdiği merakla her şeyi öğrenmeye çalışıyorum. Halk inanışına göre “Kaf Dağı”, Kafkasya’da.Bugün bile aşılması zor olan masallara konu olmuş Kafkasya Dağları’ndan Elbrus Dağını göreceğiz biz de.
Kabardin Balkar Cumhuriyetinin bulunduğu bölge iki etnik topraktan oluşuyor. Bölgede en nüfuzlu olan Kabardinler Kafkas dili, diğer nüfuzlu topluluk olan Balkarlar,Türk dili konuşuyor.
Elbrus Dağının eteğindeki Baksan Vadisi’nde, teleferik istasyonunun bulunduğu “Şehzade” ismini çağrıştıran “Scheherazade Otel’e” yerleştik. Derin Vadi’den akan nehir sularının yanında Kafkas Dağlarının zirvelerinden Donguz-Orun(Domuz Burnu 4492m))ve Elbrus zirvesi(5642m.),Gürcistan’a uzanan Kafkas Dağlarının karlı zirveleri tüm muhteşemliğiyle karşımızda.
Birinci gün;Ekspedisyonu Rus, İtalyan, A.B.D’li, İskoç,İspanyol,Alman ve Avustralyalı toplam yirmi kişi gerçekleştireceğiz. Dağcıların buluşma noktası burası.Rengârenk bir atmosfer içinde;sohbet, gırgır-şamata uçuşuyor havada. Herkes neşeli, coşkulu. Otele yerleştikten sonra ekspedisyonla ilgili brifing veriyor görevliler. Daha sonra köydeki geleneksel hediyelik süs eşyalarının bulunduğu mağazaları gezip bir şeyler yiyoruz. Köyde bir grup Türk’e de rastlıyoruz. Yıldız Üniversitesi’nden bir grup da kendi imkanları ile gelmiş.Otel yerine çadırda kalacaklarmış.Tekrar karşılaşacağız ileriki günlerde, ama hiç tahmin etmediğim şekilde.
İkinci gün; Otelden Cheget Köyü’ne yürüdük. Aklimatizasyonu yorulmadan yapmamız için telesiyejle çıkarıp indiriyorlarmış. Biz de buradan küçük telesiyejlerle 3600m yükseklikteki Cheget Dağının zirvesine çıktık. Güneybatıya uzanan dağ silsilesi muhteşem. Bulutlar açtıkça Donguz İni ve Elbrus’un zirvelerini görüntüledik. Yürüyerek inmeye karar verdik. Dönüşte bölgenin kaplıcalarından birine uğrayıp otele döndük.
Üçüncü gün; Tüm dağcılık malzemelerimizi yanımıza alıyoruz. Telesiyejlerle ana kamp yerimize 3900m.ye gidiyoruz. Barrels Huts’ta kalacağız. Hava oldukça soğuk. Sert bir rüzgâr hâkim. Tren vagonuna benzeyen küçük silindir barakalardan birine İskoç, Alman ve biz toplam 4 kişi yerleştikten sonra giyinip aklimatize olmak için 4200-4300metrelere,Pastuchkov kayalıklarına kadar çıkıp iniyoruz. Barakaya çekilip sessizlik içinde meditasyon yapıyorum bir süre. Daha sonra gruptakilerle tanışıp sohbet ediyoruz. Bizim çıkışımızdan bir hafta önce,zirve deneyen on bir dağcının öldüğü söyleniyor. İklim sert. Buzullar zorlu. Moralleri yüksek tutmalıyız, ama akılcı risk almak gerek.
Dördüncü gün; Zirve yolculuğuna çıkmadan bir gün önce gene aklimatizasyon için 4300m.ye kadar çıkıyoruz. Bugün hava açık. Zirve gerçekleştirecek ekibimiz, kar ve buz eğitimi alıyor sırayla.
A.B.D’li baba-oğul Jim ve Kim Fisher ile tanışıyorum bu esnada. Alaska,”Mckinley Zirvesi”yapmışlar on sene önce. “Hep beraber bu zirveyi sizinle yapalım bir gün tekrar.”,diyorum.” “Neden Olmasın? “,diye cevap veriyorlar. Özkan her zamanki misafirperverliğini göstererek Doğu Karadeniz’e davet ediyor onları.
Sekiz kişilik İtalyan grup da kar eğitimi alıyor. Hepsinin kıyafeti aynı, üzerlerindeki logo oldukça garip ama; Tabut şeklinde bir logo! Kıyafetlerin üzerindeki fermuarlar bile tabut biçiminde! Akşam yemeğinde bir araya gelince dayanamayıp soruyorum; Bu sembolün dağ kıyafetleri ile ne ilgisi var? Meğer bu ekspedisyonu gerçekleştirmeleri için kasabalarındaki cenaze levazımatçısı sponsor olmuş onlara. Tek bir şart öne sürmüş ama;”Hepinizi sağlam bekliyorum. Sakın ola ki içinizden biri hayatını kaybetmesin! Bu takdirde sponsorluk masraflarını karşılamaktan vazgeçerim.”,diyerek.
Beşinci gün; Zirve günü uzun bir gün olacak. Sabah 3’te ana kamptan ayrılıp kar arabalarına binerek bir süre yol alıyoruz.Daha sonra grup,tek sıra rotaya girerek dik buzul üzerinde uzun soluklu bir tırmanışa başlıyoruz.Güneş doğarken Pashkutov Kayalıklarına ulaştık.Şansımıza açık ve güneşli bir gün.Sırt üzerinden 40-45 derece meyilli buzul üstünde ilerliyoruz .Olası kaymalar ölümcül sonuçlara yol açabilir.Dik sırtta zaman zaman kazma ile dengeyi koruyabiliyoruz. Bir sırttan bir sırta geçiş azami dikkat gerektiriyor. Sert rüzgârla bozulmuş buzul yüzeyi de çok tehlikeli. Rotadan çıkmamak gerek. Deve hörgücünü anımsatan küçük zirve ile ana zirve arasındaki küçük platoda biraz dinlendikten sonra tırmanışa devam ediyoruz. Ana Zirveye çıkmak üzere ana ipe girerek 50-55 derece eğimle yükseliyoruz. Baş ağrısı ile mücadele ediyorum bir yandan.Yaklaşık sekiz saatlik tırmanış ile zirveye ulaşıyoruz.Sesimiz soluğumuz kesildi.5642m. ile kıtanın en yüksek noktasındayız.Başardık!Hava kapamadan birkaç görüntü almayı başarıyoruz Özkan ile.
On beş-yirmi dakika gruptakiler, birbirimizi kutladıktan sonra inişe başlıyoruz. İniş çok daha zorlu. Performansı iyi dağcıların bile gücü tükenmiş. Sık sık kaymalar, düşmeler oluyor. Kazma çok yardımcı, ama güneşle birlikte ısınarak eriyen buzul, akşama doğru tekrar şeffaf buz haline geliyor. Kramponla bile bu yüzeyde düşme riskleri atlatıyoruz sık sık.3 saat olarak öngörülen iniş 5 saate yakın sürede tamamlanabiliyor. Nihayet Barrels Hut’tayız tekrar. Biz zirvedeyken, helikopter ile arama- kurtarma çalışmaları yapılıyordu. Ana kampa döndüğümüzde dört kişinin öldüğü haberi geliyor. Üzülüyoruz.
Bizden kısa bir süre sonra ana kampa, Yıldız Üniversitesi’ndeki gruptan bir Türk tek başına, tamamen akut olmuş ve bilinçsiz bir halde geliyor.Bu halde nasıl gelebilmiş buraya?Asıl grubundakiler nasıl yalnız bırakmış onu?Tamamen ölüme terk etmek demek bu yapılan! Hiç etik değil!En azından bir kişinin dönüşte ona eşlik etmesi gerekirdi.Tesadüf eseri hayatta kalmış.Heryeri yara bere içindeydi.Yardımcı oluyoruz kendine gelmesi için.Geceyi ana kampta geçiriyoruz.
Altıncı gün; Dağ oteline yürüyerek iniyoruz. Yorgun ama çok huzurluyum.Teleferik istasyonunun önündeki meydanda dağcılar hep birlikte,yemek yiyip sohbet ederek başarımızı kutluyoruz.Daha sonra gruptan ayrılarak otele dönüyoruz.Burada da ilginç halk dansları yapan ekibi keyifle izliyoruz..
Yedinci gün: Baksan Vadisi’ne veda etme zamanı geldi. Büyük bir ihtimalle bir daha görüşemeyeceğiz ama, biz yaşadıkça başka zirvelerden selam göndereceğiz Avrupa’nın en yüksek noktasına.
Mineralnye Vody Havaalanına yakın Piatigorsk şehrinde bir gece daha geçiriyoruz.
“Yollar gitmekle biter.”,diyoruz ve içimiz huzurla dolu bir şekilde Moskova üzerinden yurda dönüyoruz.
Haki ENGIN
Özkan YASAR

20 Haziran 2010 Pazar

MELİKLER YAYLASI DEDEGÖL VE KÜPE DAĞLARI
















DEDEGÖL DAĞI VE KÜPE DAĞI
13-14. 06,2010


Antalya, Isparta ve Konya arasındaki geniş bir bölgede büyük bir serüven bekliyor bizi. İlk hedefimiz Isparta.Isparta iline bağlı Yenişarbademli ilçesinde, Beyşehir ve Eğirdir Gölleri arasındaki Melikler Yaylasına kamp kuracağız. Ardından da Anamas Dağlarından 2970m.lik Dedegöl Dağı’na zirve yapacağız.

Öğle saatleri yola çıkıyoruz. İki gündür gerekli ihtiyaç malzemeleri, yiyecek içecek devamlı alışverişteydik. Yanımızda hiç abartısız on gün yetecek kadar yiyecek, içecek var. Isparta’ya yakın yörenin meşhur kirazını, kayısısını da almadan edemiyoruz. Isparta’dan Eğirdir Gölü’ne uzanıyoruz. Yemyeşil göl kenarındaki bir balık lokantasındaki öğle yemeği sonrası, meyve bahçeleri zengin köyleri geçiyoruz.Ardıç,karaçam,köknar,sedir ve yaban kavakları arasından kamp yerine ulaşmamız akşamüzeri beşi buluyor.

Kamp yeri oldukça kalabalık. Piknik için günübirlik gelenlerin dışında on beş-yirmi çadır var biraz ileride. Çadırımızı kurduktan sonra “Ne yapalım?”,diye düşünüyoruz. Doğanın güzelliğini sessizlik içinde dinlemek ve dinlenmek pek mümkün değil bu kalabalıkta.
Hadi yönümüzü dağa çevirelim. Yorucu bir işgünü, az uyku ve uzun bir yolculuk sonrası, dağa çıkmak için de oldukça geç bir saat! Yapabilir miyiz? Yaparız! Bir ilk gerçekleştiririz!
Güneş battıktan sonra çok serin ve rüzgârlı olur yukarısı. Alaca kardan geçmek gerekebilir. Tüm malzemeleri yanımıza alıp 17.20’de yola çıkıyoruz.
Hörgüçlü doruk bizi bekliyor. Sarılı, morlu rengârenk çiçekler her yeri kaplamış. Enfes çiçeklerin kokusu, kekik kokularına karışıyor. Karamukların tadına bakıp kır çiçekleri arasından patika üzerinden sırttan döne döne yükseliyoruz. Gün batmak üzere. Beyşehir Gölü ve diğer dağların muhteşem zirveleri bize eşlik ediyor.Hava hala ılık.Batarken görüntüleyelim demeye kalmadan güneş bulutların içine düştü,yokoldu. Kamp alanı ve daha aşağıları, gecenin zifiri karanlığına girdi çoktan, ama bu irtifada gün ışığı hala bize yeterince ışık veriyor.Hava tamamen kararınca da bir çözüm buluruz.Ay ışığı fener gibi aydınlatır, kayalara ve taşlara vuran ışığı bize yol gösterir.”, diyoruz iyimser ruh haliyle.
Patika bitti. Dik kayalardan yükselmemiz gerek şimdi.Karanlık iyice çöktü ama,beklenen Ay görünmüyor bir türlü.Bugün çalışmıyor, izinli galiba!
Alın fenerlerimizi takıyoruz. Alın feneri olmasa zifiri karanlıkta siyah bir noktayız.Birbirimizi görme ihtimalimiz kalmadı yan yanayken bile.Şükür yeterli yedek pil yanımızda.Gece uzun olacak. En küçük bir dikkatsizlik ölümcül bir risk demek. Çok dikkatli bir şekilde tırmanmaya başladık. Hiç mola vermedik buraya kadar. Bir iki dakikalık su ve kuru üzümlü enerji takviyesi ile son bölümü de tamamlıyoruz.
Tam dört saat sürdü zirveye ulaşmamız.Sert bir rüzgar bizi bekliyor burada Yanımıza aldığımız zeytinler ne lezzetliymiş!3 litre suyu da kana kana içip bitirdik neredeyse.
Hörgüçlü zirveye dedegül zirvesi deniyor.Söylenceye göre doruğa adını veren gülleri erenlerden sayılan bir “dede” dikmiş, zamanla doruk “dedegül”, dağın genel adı ise “dedegöl” adını almış.
Kırk dakika kadar dinleniyoruz rüzgar ve soğuk olmasaydı da burada kalabilseydik.Bivaklarımız yanımızda olsaydı keşke!
Saat 10’da dik ve keskin kayaların arasından inişe başlıyoruz. Kayalar uçurumda bitiyor.Uçurumların kenarından keskin dik kayalıklardan en uygun şekilde inmeye çalışıyoruz.Kalbim yerinden çıkacak.Bu kadar adrenalin yorgunluktan eser bırakmadı.Ama bir süre sonra bir kaç kere yorgun adımların etkisiyle yalpalayıp düşmeye başlıyorum.Çevikçe kalkıp derin bir nefes ve devam.Aziz Nesinin “Aferin İnce Yanı” hikayesindeki gibi kendimi motive ederek.
Zifiri karanlıkta yön bulmak çok zor.Sanki uzay boşluğundayız.Ayakları yere sağlam basmak gerek. Doğru yönde ilerleyebilmek için küçük keşifler yapmak zorunda kalıyoruz. Ufalmış taşlar ve çayırlık üzerinden kayarken baton yardımcı.İnişe hızlı başladık ama,uçurumda biten kayalar,un ufak olmuş taşların üzerinden kaymamaya çalışmak, patikayı bulmak oldukça zaman aldı.”En iyi dağcı bile 2 metreden düşüp ölmüş”.Aklımızdan çıkartmamamız gerek. Başka tekrarı yok hayatın!
Uzaktan görülen cılız kamp ateşiyle birlikte köpek sesleri duyuluyor şimdi. Gece yarısı bir de köpeklerle uğraşmak zorunda kalmayalım! Elimize birkaç taş alıyoruz,caydırıcı olsun diye.
Kamp alanına yakın ”İbiş kızı Ayşe Pırtık’ın türbe mezarına” ulaştığımızda saat gecenin biri. Gün saatinde zirveye çıkış,üç-üç buçuk saat sürer.İniş de ortalama iki saat alır.Bizim gece çılgınlığı toplam sekiz saat sürüyor!
Köpekler sustu çok şükür. On beş dakika daha orman içinden devam ederek çadırımıza ulaştık. Yorgunuz.Yattığımız yeri beğeneceğiz!
Kuş cıvıltılarıyla sabah yediye kadar deliksiz uyumuşuz. Melikler Yaylasının rengârenk çiçekleri ve enfes dağların arasında tertemiz havada ağır ağır kahvaltının tadını çıkarıyoruz.Enerji doluyuz. Dağ, yaşam enerjisiyle dolduruyor insanı.
Etraftaki çöpleri de toplayalım. Her sene yüzlerce kişinin katıldığı şenlik sonrası çok kirli bırakıyorlar burayı. Bu sefer temiz,fazla çöp yok. Topladığımız çöpleri çöp kutusuna götürürken, birçok çadırın bulunduğu yerden birileri sesleniyorlar bize.”Bir çayımızı için lütfen.” ”Peki”,diyoruz. Ankara’dan gelmişler. Bir ilköğretim okuluna kamp yaptırıyorlarmış. Akşam sizi gördük dağa çıkarken. Endişelendik. Bir süre takip ettik, bir şey olursa arkanızdan yardım için gelecektik! Patikadan yükselmeye devam ettiğinizi görünce bunlar tecrübeli diyerek rahatladık.”, diyorlar. Sağ olsun duyarlı ve yardımsever doğa dostları! Biraz sohbet ettikten sonra çadırımızı toplamak üzere yanlarından ayrılıyoruz. Çadırı toplayıp çok yakındaki Pınargözü Mağarasına gidiyoruz.
Beyşehir Gölü’nü besleyen kaynaklardan, Dedegöl Dağının 1550. metresinde bulunan Pınargözü mağarasından son derece soğuk bir su çıkıyor. Bilimsel adı“speleoloji” olan, mağaracılık bilimi literatüründe önemli bir yeri olan Pınargözü Mağarasına araştırma ve haritalandırma çalışmaları devam ediyor.
Şimdiki hedefimiz, Konya’nın Seydişehir ilçesinde batıdan güneye uzanan 2551m. yükseklikteki Küpe Dağı.

Beyşehir Gölü kıyısından yola koyuluyoruz.İç Anadolu’dan Isparta’ya uzanan tektonik bir çökeltide yer alan Türkiye’nin üçüncü büyük gölü; berrak suyu, adaları ve yeşille bezenmiş kıyılarıyla enfes. Beyşehir Gölü Milli Parkı Koruma alanı kapsamında bulunduğu için hiçbir yapılanma, balıkçılık vb. faaliyet yok. Tamamen bakir bir bölge.Bol miktarda balık bulunuyor. Enfes kalkerli kayalar arasından bodur ağaçlarla bezeli kıyı şeridi Ege Bölgesi’ni çok benziyor.
Gölün üzerindeki ormanlarla kaplı küçük adalar, tropikallerde okyanus üzerinde mangrove ormanlarıyla kaplı adacıkları anımsatıyor.Öğreniyoruz bu adacıklardan belli başlıların isimlerini;İğdeli, Akburun, Kızkulesi, Mada, Yılanlı, Külbent.

Yeni açmış nilüfer çiçeklerini fotoğraflayıp “Neden olmasın!”,diyerek göle girmeye karar veriyoruz.Tatlı ve berrak suyun içinde,küçük bir adacığa bir saatten fazla yüzüyoruz.Oh be!Dağ sonrası tam bir su şöleni!Doğa tüm güzelliklerini sunuyor bize.

Küpeli Dağına gitmek için uzun bir rota seçiyoruz kendimize. Yüzlerce leyleğin barındığı “Dünya Leylekler Vadisi” olarak ünlenen Yeşildağ Kasabası’na giriyoruz önce.Av tüfek Sanayi ile tanınmış Huğlu ve Üzümlü Kasabalarından da geçiyoruz.Seydişehir ilçesine vardığımızda yağmur başladı.Yol boyunca yağmur bulutları peşimizdeydi zaten.Yaz yağmuru çabuk geçer.Buradaki yemek molasından sonra ,her ihtimale karşı kürek ve kazma satın alıp Taraşçı Kasabası’nın yolunu tutuyoruz.Niyetimiz Kasaba’nın kuzeyindeki Cinkur Yaylası’na kamp kurup buradan Küpe Dağı zirvesine çıkmak.
Seydişehir’e çok yakın kasabaya ulaştığımızda gök yarıldı sanki!”Nasıl gideriz?”, diye adres sorduğumuz birkaç köylü gülerek, “Gidimezssiniz, yaaylıya yol yoh!”diye uyarıyor bizi.
Dar bir toprak yoldan devam ediyoruz.Dedikleri gibi 2-3km.sonra yol bitiyor.Küpe Dağı ve eteğindeki köknar ağaçları ile Cumkurt Yaylası karşımızda.Yayladan dimdik uzanan testere sırttan ine çıka giden uzun bir rotayla ulaşılıyor buradan zirveye.Kaya tırmanışı için uygun da o gün bugün değil.
Bir kavak ağacının altında Cumkurt Yaylası ve Küpeli dağının tam karşısında bekliyoruz aracın içinde. Dağın eteklerinden çok sayıda pınar ve kaynak çıkıyormuş.Bir kaç tanesi de bize manzara oluyor arabanın ön camından.Yağmur biraz dinsin.Biz de arabadan çıkıp çadırımızı kurarız. Bekliyoruz.Bekliyoruz.Yağmur üç saatten beri şiddetle devam ediyor. ”Ben ocakta çorba kaynatayım.”diyor Haki. Yağmur altında çorba çok güzel gidiyor. Hava sıcak aslında ama sağanak yağmur altında olma fikri üşütüyor beni. Yağmur dinmedi, ziyafete devam. Dumanı üstünde bol baharatlı makarna da pişiyor hamarat ocakta. Ağaçların dallarından dökülen sular, esen rüzgârda daha çok ıslatıyor. Bulunduğumuz bölge tamamen engebeli. Çadır kurmak için uygun bir alan yok. Yağmur hala dinmedi.”Arabada yatar, sabah erken dağ çıkışına başlarız.”, diyorduk ama saat henüz 8.30.Vakit geçmiyor.”Dönelim mi bekleyelim mi?”Dönmeye karar veriyoruz.”Bir başka sefere.”, diyerek dönüyoruz Küpe Dağı’nın eteğinden.
Yolumuz uzun .Anayola çıktıktan sonra Antalya’ya 208km.daha var.Kuğulu Göletini,Tınaztepe Mağarasını geçiyoruz.Bir başka sefer buraları vakitli görürüz.,diyerek devam ediyoruz.
Bölgeye karasal iklim hâkim. Kışın çok kar yağıyor. Yol kenarındaki kar ölçerler de oldukça yüksek bu sebeple. Yol virajlı devam ediyor. Pick-up aracımız virajlardan birinde biraz hızlı girmemizin de etkisiyle kaygan asfalt zeminde kontrolden çıkıyor. Karşı yönde gelen kamyon yavaş geldiği için ona çarpmaktan kurtulduk. Ama aracımız yolda zikzak çizmeye devam ediyor.Haki soğukkanlı manevralarla üç dört zikzak yaparak kar ölçere de çarpmaya ramak kala kendi yönümüze sokmayı başarıyor aracı. Yorgunluktan eser kalmadı. Mutlak bir kazadan kurtulduk.Küpe Dağı kulağımıza küpe olsun.Bundan sonraki bölümde yola pür dikkat ediyoruz.Bol maceralı geçen iki günün sonunda geceyarısı Antalya’ya ulaşıyoruz.

Ebru OZAGCA
Haki ENGIN

6 Nisan 2010 Salı















KÖPRÜLÜ KANYON-DELİSARNIÇ-BALLIBUCAK-KESTANELİK
3.04.2010


Doğa ve tarihin binlerce yıldır birbirini kucakladığı benzersiz güzellikte Ballıbucak-Kestanelik-Delisarnıç arasında keşif yapacağız. Gün ışığından mümkün olabildiğince faydalanıp alternatif rotaları da öğrenmek istiyoruz. Uzun bir gün olacak.
Sabah 06.30’da Antalya’dan hareket ediyoruz. Köprülü Kanyon’u ve Romalılardan kalma antik Oluk Köprüyü geçip Köprüçay nehri ve orman boyunca ilerliyoruz. Selge Antik Şehri ve Altınkaya Köyü arasındaki patikadan devam ediyoruz. Ovacık Dağı ve Bozburun Dağı’nın dimdik karlı zirveleri bahar güneşi ve çiçek açmış ovalarda enfes bir panorama oluşturuyor.
Tahta bir çit yolu kapadı. Sürgüsü kilitli ise başka bir çıkış yolu bulmamız lazım. Neyse ki itince çitin altına monte edilmiş el arabası tekerleği ile kapı kolayca açılıyor. Hayvanlar kaçmasın diye yapılmış bu çit kapılar. Birkaç yerde daha karşımıza çıkıyor.
“Kahvaltı yapabileceğimiz bir yer var mı?”,diye soruyoruz köylülere.”Kahvaltı değil ama size rehberlik yapabilirim.”, diyor köylünün biri. Yaz boyunca yerli ve yabancı grupları civarda dolaştırıyormuş! Amatör turizm iyi günler diler.
Bahar çiçekleri açmış ormanda gizlice ekilmiş buğday tarlaları. Manzarası bol bir alanda biz de kendimize yer açıp kahvaltımızı kendimiz yapıyoruz.

Bir süre daha yol alıp 8.25’te Oluk beldesine varıyoruz. Uygun bir viraj kenarında aracı park edip ormanın içine giriyoruz. Şöyle bir bakalım etrafa. Çantaları çıkarmayalım şimdilik arabadan. Patika keşif için çok uygun. Köknar, ardıç ve çamların arasında, büyük kalker kayaların üzerinden hızla yükselerek boğaza ulaşıyoruz. Enfes bir manzara. Boğazdan vadiye inen yolda bir ara patika kayboldu. Akıllı bir manevra yapıp patikayı buluyoruz tekrar. Domuzların eşelediği toprak yolda bir tek bizim izlerimiz. Orman içinde devam edip bir buçuk saat sonra bir köye çıktık. Keşifte heyecan, sürpriz ve bilinmezliğin cazibesi. Burada yaşayanlardan da bilgi almak gerek.



















Delisarnıç buradan ne kadar sürer?”,diye soruyoruz karşımıza çıkan bir kadıncağıza.”Burdan beş gilometre ya va ya yoh.Siz Susa yolunu tagip edin.Goleyce gidesiniz arabaylan.”diyor.”Biz arabayla gitmek istemiyoruz.Dağcıyız .Orman içinden,patikadan yürümek istiyoruz.”,diyoruz.”Ha şuudaki Bozburun’a gidin,gaarda da yatin.”,diye cevap veriyor.Şaka mı ciddi mi anlamadık.”Biz ,göylü yürümesi yarım saat -gırk dakka anca va burdan öteye.”,diye tamamlıyor sözünü.”Peki.Sana kolay gelsin.”diyoruz. Yanımıza oldukça yaşlı biri geliyor bu sefer. Biraz önce tamamen doğanın içindeydik. Şimdi ise halkın kucağında!”Türk müsünüz, turist mi?”,diye soruyor emicem.”Türküz, Türk!””Peki vatanınız nedir?”Hayda! Lisanımız aynı Türkçe ama deyişler çok farklı.”Haki anlıyor neyi sorduğunu emicenin.”Antalya’dan geliyoruz.”diye dindiriyor merakını.















Birkaç köy evini geçerek ormana giriyoruz tekrar. Kestane, ceviz ağaçları arasından DeliSarnıç’a ulaşmamız yarım saat değil tam iki saat sürüyor hızlı tempoyla üstelik. Arabadan suları yanımıza alsaydık keşke.
Saat 12’ye 10 var. Karşımıza çıkan ilk köy evinden bir bardak su rica ediyoruz. Esma ve Mustafa Aslan çifti bizi buyur ediyor. Emekli olduktan sonra Antalya’dan buraya yerleşmişler.20 senedir yaz kış burada yaşıyorlarmış. Milli Park ilan edilmiş bölge, ilan edilmiş edilmesine de antik sarnıçların etrafındaki geniş ormanlık alanları köylüler tellerle çevirmiş; Tarım ve hayvancılık yapıyorlar. Milli park, kamu arazisi hiç fark etmez. Benim kentlim, benim köylüm işini bilir!
Doğal ceviz ve kestane ağaçları bol bu bölgede; Antalya civarında tek kestane yetişen yer burası. Yüzlerce yıldan günümüze gelmiş dev gövdeli, çınarımsı kestane ağaçları.
Bu sene kış çok yaman geçmiş. Biz de Bozburun’un eriyen kar sularından içiyoruz kana kana.”Arabayı alıp gelelim de, bir soluklanırız burada.”,diyerek hızla ayrılıyoruz yanlarından. Araba yolundan yürürken, siyah bir jeep yanaşıyor “Hello!”,diyerek yanımızdan geçiyorlar. Onlar mı yabancı, bizi mi yabancıya benzettiler?
Yarım saatte arabanın yanına ulaşabildik. Arabayla aynı yolu geçmek de bir on dakika sürüyor; çok dönemeçli ve bozuk çünkü.
Esma Nine biraz önce gördüğümüz siyah jeepten inen çifte bir düzine saç ekmeği ikram ediyor.”Where are you from?”diyor yabancı çift Haki’ye.”Türküm Türk. Ya siz?”İsrail’den geliyorlarmış. Tahta çitleri nasıl açıp geldiler buraya biz bile bilmezken! Bölgeye İsrailliler çok geliyormuş mevsim ısınınca. Bizimle ilgili her şeyi bizden daha iyi bildikleri kesin. Kendi menfaatleri için elbette. Ellerinde İbranice Türkçe bir kâğıt. Çiftin bayan olanı ekmeği alıp”Tekşür edrim.”,diyor kâğıttan okuduğu kadarıyla.”Çok yapmacık.”,diye düşünüyorum içimden. Bizim memleket insanı hep konuksever. Haki, Esma Nineye dönüp ”Ekmeğin parasını alın.”,diye öğüt veriyor.
Öğlen oldu. Esma Nine,ayran yanında katıksız köy yumurtası ikram ediyor bize.”Benim davuhlar buudaydan belli bişi yimezler,ooganik yumuuta bunlaa”,diye övünerek. Mustafa Amcayla da biraz sohbet edip sarnıçlara yürüyoruz.














Antik sarnıçlar mistik bir ciddiyetle gökyüzüne yükseliyorlar. Kapadokya’dayız sanki. Konglomera kayalarından oluşan sarnıçlar; kum ve çakılın basınçla birleşmesi ve zamanla sertleşmesi sonucu oluşmuş. Antik dönemlerden bugüne her türlü zor koşullardan çıkıp sapasağlam gelmişler günümüze ama birkaç sene önce insanların kazı yapmaları, tahrifatları, hayvanları sulamak için kullanmaları sebebiyle çökmeler olmuş yer yer.
Arabayı burada bırakmaya karar verdik.13.15’te yola düşüyoruz tekrar. Mustafa Amca dev kestane ağacının akabinde ceviz ağaçlarından çıkan patikaya eşlik ediyor bizimle. Konglomera kayalar burada da çok farklı bir güzellik sunuyor; Agora’da toplantı yapan dev insanlar gibiler son derece şekilli hatlarıyla. Sağından solundan tepesinden çıkmış ağaçlar, soluklanıyorlar. Bazı kayalara saç olmuş yemyeşil sık sarmaşıklar.














Sık orman içinden dik meyille yükselen belli belirsiz patikadan Hacıyurdu mevkiine bir saat sonra ulaştık. Bahar çiçekleri birkaç hafta içinde burayı rengârenk süsleyecek.1350 metreye yükseldik ama Ballıbucak gözükmüyor henüz. Orman içinde patikadan devam edelim. Karşımıza ormanın içinde büyük bir alana tek başına çit geçirmeye çalışan yaşlı bir köylü çıkıyor.80 yaşlarındaki Bayram Dilsiz, bize tarif ediyor nasıl gideceğimizi. Ballıbucak buradan iki-üç saat sürermiş.”Siz eyisi mi Gestanelik yoluna girin şu malların yemlediği gaaşıdaki çam ağacından sağya sapıp.”,diyor. Peki, emice, seni mi kırıcaz. Sen de maşallah yaşına göre çok iyi görünüyorsun.
Belli belirsiz yolda zaman zaman patikadan patikaya geçerek,yeni çok kullanılmayan patikaların izini sürerek,,zaman zaman geri dönerek Ballıbucak köyünün eteğine 16:00 civarı varıyoruz.Gün bitmeden Delisarnıç’a çıkalım kestanelik mevkiinden.















Anıt kestane ağaçları dev kayalara bırakıyor yerini. Yan yana dizilmiş kayaların arasında çok rahat gecelenebilir çadırdaymış gibi. Kayaların arasındaki dar yollar ise antik dönemlerden kalma birçok döşemealtı yollarıyla devam ediyor.Taş basamaklar son derece düzgün.Bu yollardan geçmek bize de nasip oldu!
“Ne güzel! Hiç çöp, insan izi de yok.”,diye düşünürken pet şişeler, çöpler çıkmaya başlıyor etrafta. Zaten on-on beş dakika sonra da Delisarnıç’ın diğer yakasındaki yerleşim alanına çıkıyoruz;”İnsan demek, atık demek, çöp demek.” ,tezini doğrularcasına.
Döşemealtının bittiği köşedeki bahçenin sahibi Şaban Bey “Maşallah Türkçeyi benden güzel konuşuyorsun.”,diyor Haki’ye. Buraya galiba sadece yabancılar geliyor. Bizim Türk olduğumuzu bir türlü kabul edemiyorlar buranın insanı.”Hanım kız Türk mü peki?”,diye soruyor bu sefer! “İsrailliler çok geliyor, bazen de Almanlar.”diyor. Birer bardak sularını içip Delisarnıç’ın diğer yakasına, arabayı bıraktığımız yere varıyoruz. Saat altı olmuş.
“Uzun ve çok keyifli bir keşif oldu. Sabah, Köprülü Kanyon üzerinden gelmiştik. Dönüşü Hasdümen köyü üzerinden yapalım. Buradaki Balıkçı Nihat’ın yerinde kendimizi ödüllendiririz.”,diyoruz, diyoruz da Hasdümen Köyü’ne bağlanan yol, ödül değil ceza oluyor bize! Kıştan yeni çıkmış yol. Yağışlardan yer yer çökmüş, yarılmış. Taşlar, kayalar yolu kapatmış. Geri dönülebilecek bir alan da yok. En fazla 20 km hız yapabiliyoruz araçla. Plansız programsız Off-road safari yapmak zorunda kaldık.Hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Yaklaşık iki buçuk saat sonra bozuk yol bitti. Nispeten daha düzgün bir yoldan devam eden yol bizi balıkçıya ulaştırdı nihayet.
Karnımızı doyurup hoşbeş sohbet ediyoruz. Tavşankanı çaylarla yorgunluğumuzu kandırıp yola koyuluyoruz tekrar. Köyden çıkıştaki köprünün başını tutmuş iki kişi ”Durun, durun!”, diye bağırıyor bize. Biri fenerini arabanın içine, sonra da yüzümüze tutmaya çalışıyor.”Ya siz kimsiniz. Ne hakla bizi durdurmaya çalışıyorsunuz!”,diye kızıyor Haki. Yolda karşılaştığımız jandarmaya durumu anlatıyoruz.”Köyde hayvan hırsızlığı çok oluyor. Köylüler de kendilerince böyle bir çözüm bulmuş. Bölgeden geçen büyük yabancı araçları kontrol etmeye çalışıyorlar.”diyor jandarma.”İyi de kanun var, nizam var.”Her aklına esen kanunu ben yaparım, ben uygularım derse vay halimize!”
“Keşifler hep sürprizlerle dolu olur, ama bugün oldukça farklı bir gün oldu.”,diyerek varıyoruz Antalya’ya gece sularında.

Ebru OZAGCA
Haki ENGIN

TAYVAN-JADE (YUSHAN DAGI)ZİRVESİ

Tropikal adalarda geçirdiğimiz maceralı yolculuk, Bali’de geçirdiğimiz birkaç günün ardından sona eriyor. Gezinin ikinci bölümü Tayvan topraklarında devam ediyor.
3-14 Mart 2010















Serüvenle dolu gezinin ikinci bölümü; Endonezya’nın tropikal adalarından Doğu Asya’da, Çin Cumhuriyetinin güneydoğu sahillerindeki en büyük adası subtropikal Tayvan’a, diğer bilinen adıyla Formoso’ya çeviriyorum yönümü.
Endonezya’da, muson yağmurları gerekçesi ile dağın ve milli parkın tüm girişlere kapatılması sebebiyle dağa çıkamadık. Tayvan’da mutlaka en yüksek zirve, 3952m. yükseklikteki Jade’ye(Yuhsan)çıkmayı deneyeceğim.
Uzun bir yolculuk bekliyor beni. Bali’den Jakarta’ya oradan da Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’a varıyorum gece yarısı. Kuala Lumpur’dan Tayvan’ın başkenti Taipei’ye uçuşum ertesi sabah. Dört saatten fazla sürüyor uçuş. Öğle saatleri havaalanındayım. Tarih 3 Mart 2010.
23 milyonluk kalabalık nüfusuyla Tayva,n tahmin ettiğimden çok modern ve düzenli. Küçük bir ada için oldukça kalabalık bir nüfus; Japonya’ya çok benziyor.
Tüm işaret ve levhalar Çince ama yardım almak çok kolay. Arayıp sormama gerek kalmadan hızlı trenlere biletimi alıyorum. Saatte 300km. hız yapan tren, Japon teknolojisi ile 2007’de hizmete girmiş. Batı sahilinde Taipei’den Kaohsiung şehrine kadar toplam 345 km. mesafe gidiyor. Ben Jade Dağı’na yakın Tayvan’ın güneyinde yer alan Tainan şehrinde ineceğim. Tren çok modern. Yemyeşil ormanlar ve modern yapılar arasından süratle gidiyoruz.
Akşam beş gibi Tainan’da iniyorum. Hava ılık. Endonezya’nın ağır, bunaltıcı nemli havasından sonra nihayet burada nefes alınabiliyor. Bir taksiyle şehir merkezine geliyorum. Çok modern bir tatil kasabasını andırıyor şehir; düzenli ve temiz. Tayvan’ın dördüncü büyük şehri 1600lerden 1800’lerin sonuna kadar ülkenin başkentiymiş burası.
















Şehrin ana caddesi bizim küçük şehirlerdeki Cumhuriyet Caddesi benzeri.Cadde üzerinde bir otele yerleşiyorum. Şehirler çok ilgimi çekmez ama biraz tanımaya çalışıyorum akşamüzeri. Tarihi binaları ve harabelerinin yanında şehre özgü Tainan kanalı, Japon sömürge döneminden kalma. Bu kanal ile Anping Limanı’ndan deniz, şehrin içine kadar giriyor. Buradaki “Deniz Tanrıçası” heykelinin de kısmet ve sağlık dağıttığına inanılıyormuş.













Şehrin diğer bir özelliği, benim de en çok ilgi alanıma giren, Tayvan mutfağının en iyi örneklerini sergilemesiymiş. Çok büyük, ışıl ışıl, temiz ve modern vejetaryen bir lokanta çıkıyor karşıma. Akşam yemeğinde buradaki birbirinden lezzetli yerel yiyeceği denedikten sonra dinlenmeye çekiliyorum.
Sabah saatleri; çok güçlü bir sarsıntı ile yataktan fırladım. Otel zangır zangır sallanıyor. İçgüdüsel olarak odadaki kolonun altına koşup bekliyorum. Bu bir deprem! Dışarıdan gürültü ve çığlıklar geliyor. Hiç bitmeyecek gibi gelen sürenin sonunda sallantı dindi gibi. Moralim bozuldu. Türkiye deprem kuşağında ama ben hayatımda ilk defa bir yersarsıntısını bu kadar yakından yaşıyorum, hem de köyümden binlerce kilometre uzaktayken ve geldiğim günün sabahı oluyor tüm bunlar.
Dışarı çıkıyorum. Şehirde korktuğum gibi bir manzarayla karşılaşmıyorum ama.”Ring of Fire” denen pasifik deprem kuşağındaki Tayvan’da altyapı çok iyi. Bir yere oturup haberleri izliyorum.6,4 şiddetindeymiş maddi hasar az, can kaybı onlu rakamlarla telaffuz ediliyor. Aynı günlerde dünyanın diğer ucunda, bizde, Elazığ’daki deprem ise on bin kişiyi yerinden ettiğini öğrendim daha sonra. Bulunduğum şehirdeki depremde bir tekstil fabrikasında çıkan yangından görüntüler tüm dünya televizyon kanallarında. Bir de deprem sırasında hızlı trende olan ve saatlerce sıcak altında trenden kurtarılmayı bekleyenler. Dün yola çıkmasaydı, belki bugün ben de bu trende olacaktım.
Şimdi düşünüyorum da hayat tesadüf ve mucizelerle dolu. Anı yaşayabilmek bu noktada çok daha büyük anlam kazanıyor.
Gün boyu artçı depremler devam etti. Bu doğal felaketin yarattığı moralsizlik içinde akşama doğru kendimi halsiz hissetmeye başladım. Odama çekilip dinleneyim en iyisi.
Aylar önceden Jade Dağı’na çıkmak için Milli Park yetkilileri ile görüştüm. Catherine adlı park görevlisi, Milli Parka giriş günümü 8 Mart olarak bildirdi Dört günüm var daha.
Gece ateşim yükseldi birden. Müthiş bir mide sancısı ve bulantı başladı. Tüm vücudum titriyor. Baş ağrım şiddetli. Sabahı zor ediyorum, kıvranıyorum. Gün aydınlandı ama yataktan çıkacak halim yok. Bayılır gibi oluyorum bir ara.
Odaya yiyecek bir şeyler istetiyorum kendimi toparlarım ümidiyle, ama maalesef kendime gelemedim. Kötü sürprizler üst üste devam ediyor. Yıllardır seyahat ederim ama deprem ya da böyle bir hastalık gibi bir durumla ilk kez karşılaşıyorum. Dağa gideceğim güne kadar toparlanmam lazım. Oysa şu an banyoya bile gidecek halim yok. Dağa çıkamazsam çok üzüleceğim. Tekrar arıyorum resepsiyonu. Benim acilen bir doktora görünmem lazım. Güç bela bir taksiye atlayıp özel bir hastaneye ulaşıyorum. Tüm çalışanlar çok yardımcı. Az biraz İngilizce bilen doktor, rahatsızlığımın bir virüsten kaynaklanabileceğini söylüyor. Dağa çıkmak için geldiğimi söyleyince,”Kesinlikle tavsiye etmem bu durumda, Siz şu ilacı bir kullanın. Oldukça güçlüdür. Kontrole bekliyorum dört gün sonra.”,diyerek beni yolcu ediyor. Dört adet tablet yazılı reçetede. Eczaneden alıp otele gidiyorum.
Tüh! Fare gibi sıkıştım kaldım dört duvar arasında. Moralimi yüksek tutmam çok zor. İlacın etkisiyle ertesi gün öğle saatlerine kadar uyumuşum. Mide ve baş ağrısı devam ediyor hâlen. Odadan çıkmıyorum hiç. Otel odasındaki üçüncü günüm. Biraz daha iyiyim sanki.
Kafamda bir umut ışığı beliriyor. Dağ beni davet etti. Mutlaka gitmem lazım ziyaretine. Milli parkı arayarak önceden belirlendiği gibi 8’inde park girişinde olacağımı teyit ediyorum. Enerji depolamam lazım şimdi. Dışarı çıkıp mümkün olduğunca bir şeyler yemeye çalışıyorum. Son ilacı da aldım. Kendimi iyi hissediyorum şu an. İyi ki hemen doktora gitmişim.
Hızlı trenle Yushan Milli Parkı eteğindeki Shueilli kasabasına bir buçuk saatte ulaşıyorum. “Erik ülkesi” olarak da bilinen Shueilli’nin erikleri çok meşhur. Bu mevsimde erik ağaçları çiçek açmış. Çok modern bir kasabadayım. Bir pansiyona yerleşip çevre ve Jade Dağı ile ilgili bilgi toplamaya çalışıyorum. Bölgede organik meyve yetiştirdiğini anlatan güler yüzlü biri, bana yardımcı olmak istiyor. Arabasıyla iki saatte beni virajlı, zorlu dağ yollarından milli park girişine kadar götürüyor.

















Girişte görevliler listelere bakıyor, izin belgemi soruyor. Benimle ilgili hiçbir kayıt yok.
“Sizden Catherine isimli biriyle görüşmüştüm. Benim işlemlerimle o ilgilenecekti.”,diyorum. Kimse tanımıyor. Yabancılarla iletişimde İngilizce isimler kullandıkları için gerçekte kiminle görüştüğümü bulamıyorlar bir türlü. Israrlarım faydalı olmadı. Neyse ki yazışmaların çıktısı yanımda. İkna oluyorlar nihayet. Ekipman ve çanta kontrolü yapıyorlar şimdi.
”Zirveye çıkmanıza izin veremeyiz.” ,diyorlar bu sefer. “Bugün zirvede buz ve kar çok olduğu için kramponsuz bir dağcı kaza geçirdi. Geçici bir önlem olarak kramponu olmayan hiç kimsenin zirve yapmasına izin verilmiyor. Sizin de kramponunuz yok.”













“İyi de ne internet sitenizde, ne de sizinle yaptığım yazışmalarda gereken malzemelerde bunu belirtmediniz. Buradan kiralayamaz mıyım?”
Cevap olumsuz. Benimle birlikte dağa çıkacak grupta da kimsede yok krampon.
Ben ve iki Çinli çiftten oluşan grubumuzun sadece batı zirvesine çıkması için onay verip evrakları teslim ediyorlar. Yağmur şiddetli. Sabah 10.30’da Tatachia’daki geniş patikadan yürüyüşe başlıyoruz. Birkaç gündür yaşadığım berbat hastalık belleğimden tamamen çıktı. Tamamen dağa odaklandığım için belki de.








Jade’nin İngilizce karşılığı yeşim taşı. Dağın zirvesi kışın yeşim taşı gibi ışıldadığı için bu adı almış. Bitki örtüsü ve hayvanlara zarar verilmemesi için sadece dar bir patika açılmış dağcılara. Zaten arazinin yapısı, subtropikal çok sık bitki örtüsü ve uçurumlar patikanın dışına çıkılmasına imkân tanımıyor. Arazi yapısı hiç bozulmamış. Doğal bir şekilde korunuyor gelecek kuşaklar için. Dik uçurumların kıyıları bir insanın geçebileceği genişlikteki tahta köprüler veya dik duvarlara çakılan sabit zincirlerin desteği ile geçilebiliyor. Milli park çok iyi korunuyor!













Dağın eteğinde sık ve geniş yapraklı subtropikal iklim kuşağı bitkileri var; kestane, defne ve çam ve endemik rengârenk çiçekler iç içe. Binlerce yıllık görkemli anıt ağaçlar özgürce nefes alıyor. Endemik bitki örtüsünün yanında endemik hayvanlar; kuşlar, kelebek çeşitleri, sülün, ayı, makak, Asya geyiği, milli park sınırları içinde. Yürüyüşe başladıktan kısa bir süre sonra yağmur diniyor. Rengârenk kuşlar ortaya çıkmaya başladı.







Yükseklere doğru meşe, köknar ve çınar benzeri ağaçlarla ormanlık alan devam ediyor. Dağ dik ve kayalık. Derin uçurumlardan yuvarlanan taşlar sık sık karşımıza çıkıyor. Çarşak geçişi Çinli çiftleri oldukça zorladı. 2500 metrelere kadar 10 derece olan sıcaklık,3000 metrelerden sonra 3 dereceye düştü. 3402 metredeki ana kamp yerimiz Paiyun’a beş saatlik tırmanış sonunda ulaşıyoruz. Bu irtifada ağaçların üzerinde kar var.
Buradaki dağ evinde dinleneceğiz sabahın ilk saatlerine kadar. Birkaç Japon grup birkaç günden beri burada kalıyormuş. Dağın ana zirvesine çıkabilmek için krampon arayışım devam ediyor. Japonların hepsinin yanında krampon var.Şu anda zirveye çıkmayacak olsalar da krampon kiralama teklifime sıcak bakmıyorlar.
Sabah 3’te zirve için yola çıkıyoruz. Bizim gruptaki erkeklerden biri gelemiyor. Akut olmuş. Eşi de çok zorlanmıştı dün, buraya hep birlikte çıkabilmek için bir saatten fazla beklemiştik onu. Zirveye çıkmak için oldukça hırslı ve ısrarlı.
Alın fenerlerimizi takıp yola çıkıyoruz. Yarım saatlik dik tırmanıştan sonra gruptaki diğer er kişi de şiddetli baş ağrısı sebebiyle dönmeye karar verdi.”Yavaş yavaş dönerim. Siz merak etmeyin.”,diyor bana.
Zorlu patika çok belirgin değil, yer yer görünmüyor bile. Şiddetli rüzgâr ve dik meyil tırmanışı zorlaştırıyor. Sulu sepken altında uçurum kenarlarından ağır ağır yükseliyoruz. İki saatlik dik tırmanışla ana zirveyi çevreleyen kuzey, güney,doğu ve batı zirvelerinden 3518metre yükseklikteki batı zirvesine ulaşıyoruz. Ana zirveye sadece 400 metre var. Aklım zirvede kaldı ama çıkmak için gerekli iznim yok.











Mart ayında zirve yoğun karla kaplı. Zirvede de köknar ve ladin ağaçları ile ormanın içindeyiz hala. Zirvede “Oh be! Sonunda başardım.”,diyorum. Çok mücadele verdim bu anı yaşayabilmek için.
On-on beş dakika kaldıktan sonra inişe geçiyoruz. Gün aydınlandı. Yağış da kesildiği için çıkış rotasında göremediğimiz enfes güzellikleri görme fırsatımız oluyor inişte. Dağ evinde bekleyen arkadaşları da alıp, biz önde, onlar arkada iniyoruz.Saat11’e doğru ana kapıya ulaşıyoruz.
Kasabaya dönünce karnımı tıka basa doyuruyorum ve vakit kaybetmeden Tainan’a geri dönüyorum. Moralim çok yükseldi. Dağı başardım. Bundan iyi hayat mı olur!
Tayvan beni önce çok üzdü, sonra da sevindirdi eşeğini kaybedip bulan Hoca misali.
Bir gün sonra dönüş için Taipei’ye oradan da Kuala Lumpur’a uçuyorum geldiğim rotadan. Tatilimin son günlerini Bali Denizinin sıcak sularında geçirmek üzere, Kuala Lumpur’da geceledikten sonra Jakarta üzerinden Bali’ye geçiyorum.
Beklenmedik iyi-kötü birçok sürprizle dolu bir serüvenin ardından yurda dönüyorum isteklerini gerçekleştirebilmiş olmanın verdiği dinginlik ve huzurla.

Haki ENGIN
Doğa Sporcusu ve Gezgin