30 Eylül 2009 Çarşamba

Çölleşme ve Kuraklık



ÇÖLLEŞME VE KURAKLIKLA MÜCADELE

Tüm insanlığın ortaklaşa mücadele etmesini ve tedbirler almasını zorunlu kılan çölleşme ve kuraklık; dünyamızın geleceğini büyük bir tehdit altına sokmakta. Tarım,mera alanları ile ormanlık alanların parçalanması sonucu biyolojik çeşitlilik ve verimlilik kaybı ve beraberinde arazi bozulması olarak tanımlanan çölleşme;toprağın verimliliğini ve dayanıklılığını azaltmakta,vejetasyonun bozulmasına yol açmakta.Gıda üretiminin azalarak kıtlığın baş göstermesine, göçlere sebep olmakta,savaşlara ortam hazırlamakta, ekonomik kaynakların azalmasına yol açmakta.
Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre, çölleşme ve kuraklık, yerküredeki 4 Milyar hektardan fazla alanı ve 110 ülkede yaşayan 1,2 milyar nüfusun yaşamını doğrudan tehdit etmekte. Her yıl 24 milyar ton toprak çölleşme nedeniyle verimliliğini kaybetmekte ve bitkisel üretim yapılamamakta. Küresel ekonomi genişledikçe, doğal sistemler ve kaynaklar üzerindeki baskılar artmakta. Sadece %11’lik ana karanın tüm dünya nüfusunu beslediği göz önüne alınırsa ve 2020’de nüfusun 8,2 milyara ulaşacağı tahmini dikkate alındığında, durumun ne kadar acil çözüm beklediği görülmekte.
.
Birleşmiş Milletlerce 17 Haziran ”Dünya Çölleşme ve Kuraklık ile Mücadele Günü”, olarak ilan edilmiştir. 191 ülkenin katılımı ile; iklim değişimi ile ilgili erken uyarı ve tahmin sistemi geliştirilmesi, ülke ve bölgesel organizasyonlara ve araştırma faaliyetlerine destek, çölleşme ve kuraklığa sebep teşkil eden insan davranış ve alışkanlıklarında köklü değişiklikler gibi alanlarda çalışmalar sürdürülmekte.
Kuraklılığın sebepleri neler?
1)iklim değişimleri(Kuraklık iklim değişimine, aylarca süren yüksek seyreden sıcaklıklar da kuraklığa yol açmaktadır.)
2)İnsan faaliyetleri(Toprağın kapasite üstü ekimi ve sürülmesi, hayvanların kapasite üstü otlatılması, florayı yok etmekte, erozyona yol açmakta. Ormanların katli, toprağı karaya bağlayan ağaçları yok etmekte,sel baskınlarının önüne geçilmesini engellemekte.Diğer yandan sulamanın yeterli seviyelerde, yapılmaması tuzluluk oranını arttırmakta ve büyük gölleri sulayan nehirlerin kurumasına sebep olmaktadır.Aral ve Çad Göl suları bu sebeple çekildi.İnsan aktiviteleri sera etkisini arttırmakta ve susuz kalan topraklar 21.yüzyıldaki sıcaklık artışına karşı savunmasız kalmakta.2025 yılına kadar 65 milyon Afrikalı’nın kuraklık nedeniyle göç etmek zorunda kalacağı tahmin ediliyor.Yapılan tahminlere göre zarar gören toprakları tekrar verimli hale getirebilmek için on yıl boyunca yıllık 10-12 milyar dolar harcamak gerekiyor.
TÜRKİYE’DE DURUM
Türkiye’nin içinde yer aldığı Ortadoğu Bölgesi, küresel iklim dengesizliklerinin en yoğun yaşandığı bölgelerden biri. Türkiye, su kaynaklarını korumak ve geliştirmek zorunda.
Avrupa Birliği’nin Tavsiye Raporu’na ek olarak hazırlattığı “Türkiye’nin Üyeliğinin AB’ye Etkileri” başlıklı raporda, “Su, önümüzdeki yıllarda giderek stratejik bir konu olacak Türkiye’nin üyeliği ile su kaynaklarının, Dicle ve Fırat üzerindeki barajlar ile sulama tesislerinin uluslararası yönetimi beklenebilir ve bu AB için önemli bir konudur...” ifadesine yer veriliyor.
Bir taraftan aşırı yağış ve sel,diğer taraftan kuraklık ve çölleşme; doğal kaynaklarımızı yok etmekte, birçok canlı türünü yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmakta.Su kaynaklarının bilinçli kullanılmayışı,içme suyu şebeke ve arıtım süreçlerindeki yetersizlik ve yanlışlıklar, sulama yatırımlarının yetersizliği durumu daha vahim hale getiriyor. Türkiye su kıtlığı çeken bir ülke değil, ancak su kaynaklarının yönetimi ve planlanmasına dair yaşanan sorunlar, son on yılda Dünya Bankası ve uluslararası su tekellerinin ülkemizdeki su yönetimini belirleyen ticari girişimleri, sanayileşme ve şehirleşme süreçlerinin plansız seyri olumsuzlukları arttırdı.Nüfusun sadece %74’ü su şebekesine sahip.Barajlardaki su seviyesinin %45’in altına düşmesi gibi sebepler ile nüfusun sadece %35’i arıtılmış su içebilmekte ya da kullanabilmekte. Bir ülkenin su zengini sayılabilmesi için, kişi başına yıllık 10 bin metreküp su potansiyeline sahip olması gerekiyor. Türkiye’de ise kişi başına yıllık su potansiyeli 3.500 metreküp ile 1830 metreküp arasında değişen sınırlarda seyrediyor.
Oksijen deposu olan orman alanları ve meraların tahrip edilmeleri sonucu oluşan erozyonlar da su kaynaklarının kalitesinin bozulmasına, baraj göllerinin projelerle belirlenen sürelerden çok daha hızlı dolmasına ve sonuçta, barajların planlanandan çok önce yok olmasına sebep oluyor.
Sulanabilir arazilerimizin sadece üçte biri sulamaya açıldı; Bu alanların ise ancak yarısı “fiilen” sulanabiliyor. Ülkemizin sulamaya ilk açılan bölgesi olan Çukurova bölgesinde 217 bin hektar alan sulanırken 310 bin hektar alan sulanamıyor.Konya Ovasında sulanabilen arazi miktarı %15-20 arasında. Bölgede büyük bir bölümü kaçak faaliyet gösteren iki yüz binin üzerindeki kuyu sebebiyle yeraltı su seviyesi, yıldan yıla düşüyor ve yeterince beslenemedikleri için bölgedeki göller birer birer kuruyor. Güneydoğu bölgemizi de içine alan Mezopotamya bölgesi, su kaynaklarının yetersizliği ve kuraklık nedeniyle büyük sorunlarla karşı karşıya. Kaynakları değerlendirmek amacıyla GAP başta olmak üzere birçok baraj ve sulama yatırımı gerçekleştirildi. Bu yatırımlar hala tamamlanamadı. GAP Bölgesinde toplam 3.2 milyon hektarlık tarım alanının 2 milyon hektarı “sulanabilir” arazi olmasına karşın, “sulanan” arazi 350 bin hektar civarında; yani potansiyel olarak “sulanabilir” arazinin ancak altıda biri düzeyinde. Sulama yapılan tarım alanının yaklaşık onda biri de yanlış sulama nedeniyle aşırı tuzlanmış ve çölleşmiş bulunuyor. Göller yöresinde son otuz yılda 15 bin hektara yakın sulak alan kurudu. Bunların arasında, Hotamış, Suğla, Seyfe gölleri, Eşmekaya Sazlığı ve Ereğli Akgöl gibi fauna ve flora açısından son derece önemli sulak alanlar da var. Ayrıca, Tuz Gölü, Akşehir, Eber, Beyşehir, Meke Göllerinde su seviyesi yer yer bir metrenin altına düşmüş ve göl alanları önemli ölçüde küçülmüş durumda. Bu göllerin bir bölümü zaman zaman tümüyle kuruyor. Tuz gölü son 40 yılda yarı yarıya küçülmüş bulunuyor. Yıllık sıcaklığın ortalama bir derece arttığı Van Gölü çevresinde, gölün kurumaya başladığı, Özalp ve Saray ilçelerindeki göletlerin tamamen kuruduğu tespit edildi.
Dünya Yaban Hayatı Koruma Fonu (WWF) raporuna göre; küresel ısınma önlenemediği taktirde , önümüzdeki yüzyıl içinde, Akdeniz havzasında bulunan Türkiye,Kuzey Afrika’ya dönecek.40 dereceye yakın sıcaklıklar mevsim normali olacak.Tarım alanlarının %40’ı kuruyacak. Kar yağışı azalacak, hatta kış mevsimi ortadan kalkacak. Hidroelektrik enerji üretimi ciddi oranda aksayacak 2030’dan itibaren hüküm sürmeye başlayacak kuru ve sıcak iklim; düzensiz, ani ve şiddetli yağışlar, seller, hortum, kasırga, heyelan ve erozyona yol açacak.Deniz seviyelerinin 30 cm civarı yükselmesi ile birlikte kıyı şeridi ve deltalardaki tarım alanları limanlar kullanılamaz hale gelecek.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Bütün bu gelişmelerin olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak ,veya en aza indirmek için su kaynaklarının planlı ve verimli kullanılması zorunluluk. Hidrolojik çevirimin normal seyretmesi, küresel iklim değişikliklerinin olumsuz etkilerini engelleyebilir veya geciktirebilir.Baraj projelendirmeleri titizlikle planlanmalı.Su kaynakları planlı ve verimli kullanılmalı. Su kaynakları üzerinde kurulması planlanan yapı ve tesisler, yenilenebilir ve kalıcı olmalı. Yukarıda da bahsedildiği gibi, su kaynaklarının ülkemizde plansız bir şekilde tarımsal alanlarda kullanılması heyelan, erozyon,tuzlanma ve kuraklığa sebep olmakta.Tarımsal sulamanın da bilinçli ve verimli yapılması gerekiyor.Akarsu çevreleri olası su taşkınlarına karşı boş bırakılmalı ve bu alanlar yeşil alan haline getirilmeli.
Bu gelişmeler ışığında her bir bireye büyük sorumluluk düşüyor. Bu konuda sağduyu ile akılcı hareket etmek, rasyonel çözümler üretmek ve harekete geçmek gerek. Sorunlar ve sonuçları çok açık Eleştirmek çok kolay. Harekete geçmek bir o kadar zor mu?
Peki bizler? Bizler bu tehditlere ne kadar duyarlıyız,?Nasıl önlem alıyor?Neler yapıyoruz ve yapabiliriz?
Öneri ve düşüncelerinizi paylaşmanız dileği ile.

Hoşça ve Doğayla Dostça Kalın,
Ebru OZAGCA

KAYNAKLAR
Earth Day Network (http://www.earthday.net/)
UNCDD (United Nations Convention to Combat Desertification)
Unesco(www.unesco.org)
Teraviva Europe(http://www.ipsteraviva.net/.
Le Laboratoire des Sciences du Climat et l'Environnement (LSCE) (www-lsce.cea.fr)
Center for Climate and Environmental Rsearch &Development Center-(CICERO www.cicero.uio.no)
Türkiye İklim Değişikliği Kongresi İTÜ 2007
“Su Havzaları, Kullanım ve Yönetimi Ö.K Raporu”, DPT Yayın No: 2555,
İklim Değişikliği Özel İhtisas Komisyonu Raporu”, DPT Yayın No: 2532
Küresel Isınma, Su Kaynakları ve Tarım Üzerine Etkileri(TMMOB)Ziraat Mühendisleri Odası.İstanbul, 2005
Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (http://tmmob.org.tr)
.

11 Eylül 2009 Cuma

KOHU DAĞI VE ALACADAĞ ETKİNLİĞİ16-18.08.2009





KOHU DAĞI VE ALACADAĞ ETKİNLİĞİ 16-18.08.2009

Etekleri ormanlarla kaplı, Kohu ve Alacadağ zirveleri; Kıbrık deresinden Avlan Gölü’ne uzanan Susuz Dağlar silsilesinin güney zirvesi Kohu Dağına(2505m) buradan da güneye, Kaş ve Finike’yi birbirinden ayıran Alacadağ(2328 m.) zirvesine bu kez yolculuk.

Antalya’dan öğle saatleri hareket. Korkuteli’nde kavun, tulum peyniri vb. olmazsa olmaz ihtiyaç listesini tedarik edip devam ediyoruz. Çok sayıda su kuşu ve bitkinin, dünyaca ünlü sedir ormanların bulunduğu Avlan Gölü’nü geçiyoruz. Daha doğrusu göl kenarından geçtiğimizi varsayıyoruz.” Gelen vurmuş, giden vurmuş”; bir dönem köylüye arazi olarak parsellenmek gibi bir talihsizliğe kurban olmuş Avlan Gölü. Yolu kısaltmak amacıyla gölün ortasından bir de asfalt yol geçirilmiş. Göl etrafındaki balık ve kuş ölümleri, ağaçların kuruması, özellikle tarım ürünlerinde de tahminlerin tam tersi büyük azalma tespit edilmesi üzerine, gölü yeniden göle dönüştürmek için çalışmalar kısa bir süre önce başlatılmış. Olan olmuş, ölen ölmüş! Bakalım göl maya tutacak mı??

Saat üçü gösteriyor. Çığlıkara Tabiat ve Koruma Alanına ulaştık. Kohu Dağı; Çığlıkara Tabiat ve Koruma Alanı içinde. Dünyada çok az bulunan yaşlı dev sedir ağaçlarının gizemli yuvası burası. Önceden tahmin ettiğimiz gibi; bu eşsiz anıt sedirlerin koruma alanına girmek özel izin ve müsaade gerektiriyor.

Ve kapı açılıyor; Binlerce yıldır evrene kök salmış asil sedir ağaçlarının gizemine ortak olabiliriz artık. Etrafta enfes bir orman kokusu; ciğerlerime çekiyorum. Kollarını göğe açmış bilge sedirler, burgu burgu gövdeleriyle birbirine sarmaş dolaş hayatın tadını çıkartan kokulu ardıçlar; mütevazı bir sessizlik içinde hepsi. Ağaçkakanlar çok geveze ama. Bir şahin t
epemizde, kanatlarını rüzgâra açmış süzülüyor.

Dokuzgöller yönüne kamp yapacağımız yere ilerliyoruz huşu içinde. Akçaağaçlar, çamlar ve mazıların arasında küçük bir su kaynağı ilk molamız. Bilge sedirlerin özsuyu karışmıştır bu kar sularına.

Bu da neyin nesi??Mistik havayı bozmak için pusu kurmuşlar!Biraz ileride tahta sandıklar çarptı gözümüze.Bu sandıklarının ne işi var burada?Büyük bir hayal kırıklığı.Bunlar köylülerin bal yapmak için bıraktığı yüzlerce arı kovanı .Koruma alanıymış,dünyada tekmiş!Ne fark eder!İzin,onay gerekmez.Rant gözünü diktiyse her yol mubah,emre amade…

Hava kararmadan kamp yeri bulmamız gerek. Bir süre yol alıp ikinci su kaynağına ulaşıyoruz. Bir sedir ağacının tepesinde tahtadan küçük bir barınak yapılmış. Bir geceliğine de olsa kuşlar gibi yuva yapalım bu sedir ağacının tepesine. Zirveye süzülürüz yarın; kanadımız yok ama kanatsız kuşlar grubundanız, kuş uçmaz kervan geçmez yerlere de konarız.

Etrafı şöyle bir kolaçan edelim. Birkaç yıkık dökük beton misafirhane de burada. Aaa!Bu da nereden çıktı?Kapı önünde bir çuval,içinde patates,soğan.Ormanın panoramik güzelliğine tezat etrafa saçılmış ayakkabı teki,kamp ateşinin sönmüş külleri, paslı konserve kapakları, poşetler, pet şişeler.Pes doğrusu!Tadımız kaçtı.2000 yıllık sedirlere ne büyük saygısızlık. Daha kuytularına gitmeli ormanın.

Bir saatten fazla devam ediyoruz.1500 metrede Dokuzgöller Yaylası’ndaki orman evlerine geldik. Dokuz göllerin adı var, kendisi yok. Göller epeydir birkaç su birikintisi bırakmış ardında sadece.
Orman evlerinden bekçi yardımcısı olduğunu söyleyen biri çıkıp geliyor.”İzniniz var mı?”diye soruyor!!Biz en iyisi derin bir nefes alıp, sükûnetimizi koruyalım. Yola devam edelim, vakur sedirleri seçelim kendimize yaren.

Ormanın derinlerinde titrek kavak ve sedir karışımı topluluğun bulunduğu nadir bir bölgede enfes bir kamp alanı bekliyormuş bizi meğer. Kuşlar akşamsefasını şakırken,kampımızı kuruyoruz. Nevalemizi çıkaralım artık. Çok acıktık. Hay aksi! Makarna, bıçak, kap kacak çıkmadı bir türlü.Şehirde öteberiyi araca yerleştirirken çöp sanıp attım galiba. Kahvaltılıklar duruyor çok şükür. Tedariklidir Haki; çakı işimizi görür, piknik seti, makarna olmasa da olur. Yarın bakarız çaresine.

Gün ışır ışımaz Kohu Dağı’na çıkış için gerekli hazırlıklarımızı yapıyoruz. Yumuşak bir dağ. Kohu. Binlerce yıllık anıt ağaçlar var yolumuz üzerinde. İlk Koca Katran karşılıyor bizi. Koca Katran 1995’te 2000 yaşında olarak ilan edilmiş. Bu muhteşem dev sedirin eteğinde olmak çok heyecanlandırıyor bizi. Ne büyük şans! Saygıyla eğilip şükranlarımızı sunuyoruz. Binlerce yıl daha selam olsun sana.

Koruma alanı içinde bulunan diğer anıt ağaçlar; Aslan Ardıç, Tekke deresinde ve 1700 yaşında. Lübnan Sediri 1500 yaşında, Koç Sedir 650 yaşında ve Katil sedir 500 yaşında.
Zirveye 200 metre kala ormanlık alan yerini geven ve mazıya bırakıyor. Obur yaban domuzları toprağın her karışını eşelemiş. Doğa cennetinde yaban domuzunun yanı sıra sırtlan, çakal, tilki yaşamakta.

Zirveye iki saatte varıyoruz. Kohu Dağının zirvesi çıplak. Güney ve kuzey yamaçlarında katran çamı ormanlarını, kuzeybatı yamaçlarında irili ufaklı gölcükleri seyrederek dinleniyoruz. İnişe geçiyoruz hızlıca. Kamp yerine döner dönmez toparlanıp yola koyuluyoruz. Rengârenk bir ibibik kuşu uğurluyor bizi. Alacadağ’a çevirdik yönümüzü.

Finike ve Kaş’ı birbirinden ayıran Kohu’nun güneyinde uzanan Alacadağ’a biz sahilden değil kırsaldan keşif yapacağız. Kasaba Köyü’nü geçtik. Yemyeşil üzüm bağları, incir ağaçları ile Yeşilköy’ü de geride bıraktık. Kokulu üzümleri meşhur Yazır Köyü’ne vardık. Daha bağbozumu başlamadı ama sarmaşıklar üzüm dolu. Asmaların gölgesinde uyuklayan yaşlı bir köylüyü uyandırıyoruz. Sattığı koruk üzümlerinin en iyilerini bize seçip verdiğini söylüyor. Ağzından bal akıyor sekseni geçkin yaşlı köylünün, ama üzümler için aynı şeyi söylemek mümkün değil. Ekşi mi ekşi. Canı sağ olsun. Biz erkenci davrandık canım.

Alacadağ’a kabaca yön hesabı yaptık. Orman Genel Müdürlüğü Pınarcık Ağaçlandırması tabelasından girdik. Yol çok bozuk. Devam ettiğimiz yol, çok büyük bir mermer ocağında bitiyor. Mermer ocakları çok sinirlendirdi bizi. Enfes sedir ormanlarına göz göre göre pervasızca katliam. Dedik ya,”rant için her şey mubah!”Kafamız bozuk, bozuk yoldan geri geri çıkıyoruz.

Yol çıkışında sarmaşıkların, elmaların, incirlerin arasında şirin bir köy evi.”Kimse yok mu?”Küçük bir çocuk cevap veriyor. Babası Hasan Bey, yeğeni Hüseyin Bey dedeler, nineler, çoluk çocuk yeni gelmişler bağ bozumuna. Bizim çıkmayı planladığımız zirve Alacadağ’ın en yüksek zirvesi 2336m. Toylak Karlığı zirvesi. Kabaca hesapladığımız yöne çok yakınmışız. Bu güler yüzlü, sıcak Anadolu insanları,”Yemeğe kalın.”, diye ısrar ediyorlar. Üzümlerinin en olmuşlarından seçip ikram ediyorlar. Başka bir sefer geliriz. Çok teşekkürler. Hava kararmadan biz kamp yerine ulaşalım, makarnamızı kaynatalım.”

Alacadağ Tabiatı Koruma Alanı içindeyiz. Nadir orman ağacı türlerinin bulunduğu arberetum görünümüne sahip enfes bir orman. Ormanın içinde kampımızı kuruyoruz. Mermer ocağının gürültüsü, kamyonların gürültüsüne karışıyor; ocak çok yakında demek ki. Bekçi köpekleri de kokumuzu aldı galiba; havlayıp duruyorlar. Şehir gürültüsünden pek bir farkı yok. Biraz daha sabredelim. Nihayet mesaileri bitti. Toros sedirlerinin sessizliğiyle sohbet edebiliriz artık.
Kesilmiş bir dev ardıcın gövdesi yemek masamız. Buram buram reçine kokuyor. Bu nadir bulunan katran ardıcı gövdesi çünkü.

Güneşin doğuşuna zirveden şahit olmak istiyoruz. Erken yatalım. Sabah 4 sularında kalkıp çadır hariç tüm kamp malzemelerini topladık. Geldiğimizde kötü bir sürprizle karşılaşmayalım. Biz önlemimizi alalım da.

Zirve çantalarımızı yüklendik. Hilal ve yıldızların aydınlattığı ışıl ışıl gökyüzünden, zifiri karanlık ormanın içine dalıyoruz. Alın fenerleri ile rahat ilerleriz. Birden ortalık karışıyor. Bir kıyamet, bir gürültü. Bekçi köpeklerinin korkunç havlamaları kurşun gibi kulaklarımız
da patlıyor. Ensemden soğuk terler dökülmeye başladı. Çok yakınımızdalar.”Biz dostuz” falan desek etkili olacak gibi görünmüyor; hiç arkadaş canlısı değiller.”Havlayan köpek ısırmazmış. Hadi canım; gördüğümüz kurt köpeklerine bu bilgi henüz ulaşmamış. Yapılacak tek şey var; karanlığı yararak olabildiğince hızlı ormanın derinliklerine koşmak. Kan gövdeyi götürmesin. ”İtle dalaşacağına çalıyı dolaş “demiş atalarımız. Yönümüzü doğuya çevirdik. Zirve yönüne sonradan döneriz. Ormanın içinden yükselerek,taş ocağından,köpeğin yaşam alanından iki saat uzaklaştık. Havlamalar dindi nihayet.”Gün aydınlanmadan, hilal altında bir iki fotoğraf çekelim.”, bahanesiyle soluklanabilirim artık. Daha sonra fotoğraflara bakınca görebiliyorum; korku kültürü ve yorucu tempoya yerçekiminin etkisi çok rahat okunuyor yüzümde. Şimdi bol bol gülebilirim bu hallerime!
Yolu uzattık elbet. Tepe çıktık, indik. Bir tepe daha, bir tepe daha. Her tepede dizilmiş babalar; canı sıkılmış çobanların işi bu. Ormanın bittiği yerde ağaçlara kırmızı, mavi kuşaklar bağlanmış nedense. Güneşin doğuşuna zirveden şahit olamadık ama zirveye çok yakınız. Buradan da seyri muhteşem. On beş yirmi metre mesafede, solumuzda bir tepede yirmiden fazla yılkı atı. Gün doğumunu seyrediyoruz birlikte. Son bir hamle, Oh be! Bu tepeden inmek gerekmiyor. Yaşasın! Zirveye ulaştık. Gün tamamen aydınlandı. Bir saatten fazla kaldığımız zirvede Finike sahillerini, dağ eteğindeki ormanları fotoğraflıyoruz. Ardıç kuşu da poz verdi bize.
Sıcağa kalmayalım. İnişe başladık. Yaşlı bir çoban köpeği sosyalleşmek istiyor bizimle; yiyecek veriyoruz. Hızla hareket edip yanından uzaklaşalım. Sürüsünü bırakıp düşmesin peşimize, sürüyü ihmal etti diye işinden olur maazallah. Bu devirde iş güç yok, bu yaştan sonra nerede iş bulur kendine?

Ormanın içine indik. Karanlıkta göremediğimiz anıt ağaçlar; toros sedirleri, dev gövdeli katran ardıçları. Çok havalılar. Fotoğraflayalım. Kızılçam, mazı meşesi, gürgen yapraklı kauçuk, sakız ağacı, çiçekli dişbudak; hepsi konuk oldu” Alacadağ Hatırası” albümüne. Yaban domuzlarının eşelediği toprak üzerinden kamp yerine inişimiz iki saatten biraz fazla sürüyor.

Çadırı toplayıp araca atladık şimdi.”Sahil yönünden, Finike tarafından da bir bakalım Alacadağ rotasına” ,dedik demesine ama başımızı çevirip dağa şöyle bir bakmamız yetti bu fikirden vazgeçmemize. Çok kızgın ve öfkeliyiz. Alacadağ’ın kuzeyi, 2000 metre rakımlar boydan boya mermer ocağına dönüşmüş. Tabiatı Koruma alanı ve sedirlere nasıl kıyarsınız,yapılır mı böyle zalimlik!!!

Finike’nin ince kumlu,bakir koylarından Karaöz koyundaki türkuaz denizde son bir defa serinleyerek atalım gerginliği üzerimizden.Güzel anlar kalsın sadece.Dağların,yolların tozunu atıp Antalya’ya dönüyoruz.
Ebru OZAGCA
Haki Engin

10 Eylül 2009 Perşembe

SANDRAS DAĞI VE ÇAL DAĞI EKSPEDİSYONU 20-22.07.2009


Üç günümüz vardı zirveler ve doğayı keşfetmek için. İki farklı zirve ve iki gecelik kamp maceramızın adını aracımız koydu yola çıkınca.Sandras Dağı(Muğla)ve Çaldağı(Denizli)
Muğla sınırlarındaki en yüksek dağ 2294m. Sandras Dağı ( Çiçek Baba Dağı) eteğinde bir gece kamp kurup ertesi sabah zirve yapacak, kampımızı topladıktan sonra Denizli sınırları içinde Fethiye,Dalaman Çameli arasındaki Çaldağı eteklerinde, orman içinde çadır kurup ikinci zirvemizi de yaparak Antalya’ya dönecektik.
Bir gün önceden kamp ve yiyecek alışverişini tamamlayıp, yol üzerinde geçeceğimiz köylerde olası “canım çekti meyvelerine” yer ayırmayı da ihmal etmeden, araca bindik. Dağda kaynak olur, su olur, hatta her su birikintisinde yaygın hale gelen balık üretme çiftliği balıkları da bulunur ama Karadeniz levreği olmaz. Biz tedbirli olalım. Akdeniz’e karayoluyla ulaşan Karadeniz levreklerinden alıp buzla iyice paketletiyoruz. Yol uzun. Dört-beş saat sürecek araç yolculuğumuzda ilk mola yerimiz Korkuteli. Buradan Fethiye yoluna yayla köylerinden geçerek devam ediyoruz. Dalaman ve Ortaca’yı geçip Köyceğiz’e varmadan 3km. önce Sandras yoluna sapıyoruz.
Sandras Dağı ovası, yaylası, kanyonu,göletleri,su kaynakları,şelalesi ile doğa harikası.Eteklerinde meşhur su kaynaklarını oluşturan iki cenneti barındırıyor içinde;Topgözü Kanyonu ve Yuvarlak Çay.Topgözü Kanyonu’nda kayaların arasında günışığına çıkan kar suları burada şelaleye dönüşüyor. Bahar aylarında eriyen kar suları şiddetle sert granit kaya yüzeylerini sanki cilalanmış gibi tamamen pürüzsüz hale getirmiş. Zirvenin güneydoğusundaki , Çayhisar bölgesindeki taş dibinden çıkan ve yemyeşil ovayı sulayan Yuvarlak Çay’ın bir bölümü Bey obası ve Köyceğiz’e içme suyu sağlıyor.Bir bölümü de Köyceğiz Gölü’ne dökülüyor.
Dağın eteğinde birkaç yüzyıllık anıt çınarlar; Birkaç kişiyi gövdesinde barındıracak kadar iri gövdeli. Suyun nimetlerinden faydalanıyorlar asırlardır. Dallarının duruşu da çok ilginç;Bazısı bukle bukle omzuna dökülen gür saçlarını bir yanına atmış,eli belinde haylaz bir kız çocuğu.Bazısı tek vücut olmanın sırrına erişmiş vakur bir bilge gibi,dalları birbirini kucaklamış. Köklerinin bir bölümü topraktan fışkırıyor. Biz asırlık çınarlara saygı ve hayranlıkla bakıyor, salkım söğütler,çıralar ve sarıçamlar arasından yükseliyoruz.Sarıçamların bittiği yerde,budaksız yayla çamları, karaçamlar başlıyor.
Serin orman kokusu içinde yükselerek kamp yeri aramaya başladık. Niyetimiz Altınsivrisi tepesi eteğinde, Dikenli ova civarında bulunan yapay Gökçeova Göleti’nin kenarında çadır kurmak. Orman içinde kamp yeri ararken Fethiye’den yeni gelmiş bir orta yaşlı çiftin çadırına rastlıyoruz. Orman hallerimi desek?Bizim evin halleri desek daha doğru;semaver içinde çay demliyorlar.”Bize komşu geldi.”,diye sevinmişler bizi görünce. Onlar on beş gün, biz ise sadece bir geceliğine buradayız.”Biz gölet etrafına bir bakınalım “,deyip ayrılıyoruz yanlarından. Aklımız taze demlenmiş çayda kaldı.
Gökçeova Göleti, enfes ağaçların yeşilliğini yüzünde yansıtıyor. Gerçek bir zümrüt taşı gibi ışıldıyor. Etrafı envai çiçek tarlası; Sarı süsen,çatal nergisi,mısır sümbülü.Pembe,sarı,mor,beyaz bulut kümeleri.Kucaklayıp sevmemek elde değil.
Göletin etrafı tellerle çevrili. Bildiğimiz kadarıyla bu yapay göletin suyu orman yangınlarına karşı su deposu olarak kullanılıyor. Orman bakanlığı tarafından,”Balık tutmak, kamp yapmak yasaktır .”ibaresi taşıyan bir levha var kıyısında. Ama göletin diğer kıyısında da tam tezat bir durum. İnanılır gibi değil! Yeni yapılmış bir tesis,balık avlama,yemek ve konaklama için.Tesis,grup yabancılara yönelik.1500 metrede balık avlamanın keyfini çıkarın!”, sloganı ile birilerine Gökçeova Göleti , kamu arazisinden “para kazansınlar” diye tahsis edilmiş.
Gezen görüyor, üzülüyor, ama sesini duyurup çözüm bulamıyor.Burada yağan yoğun kar ve yağmur dört-beş ay yolları tamamen kapatıyor ve araçla ulaşım kesinlikle mümkün değil.Doğayı katletmek hiçbir rasyonaliteye sığmıyor,açıklanamıyor ama olan oluyor.Üzülmek, kızmak, öfkelenmek. Doğanın en bakir yerleri birer birer ele geçirilip yok ediliyor. Bu kadar emek verdik ve nelerle karşılaşıyoruz! Yapacak bir şey yok. Biz kendi kamp yerimize konsantre olalım.
Vakit gecikti.12.50 gibi çıkmıştık Antalya’dan. Saat neredeyse akşamın sekizi oldu. Hava kararmadan çadırı kuruyoruz telle çevrili bölgenin biraz ilerisine. Karnımız da çok acıktı. Çadırımızı kuruyoruz. Bir araç, bizim bulunduğumuz bölgede beliriyor.”Tesisten birileri mi?”,diye düşünüp olası cevapları kafamızda hazırlarken, araçtan inenler kendilerini tanıtıyor. Etrafı gezmeye gelen A.B.D’de yaşayan bir Türk öğretim görevlisi ve ahbapları. Safari sonrası çay içebilecekleri bir kafe arıyorlarmış dağın içinde!Termosta sıcak suyumuz vardı.Poşet çay ve fincanlarla ikramda bulunuyoruz,”Dağcı paylaşır “,diyerek.Onları uğurladıktan sonra , yaktığımız köz ateşte levreklerimizi nar gibi pişiriyoruz.
Takım yıldızlar ve hilalin aydınlattığı gece ve derin sessizlik içinde meditasyon yaparak huzurla uyuyoruz. Sabah ayakta küçük bir kahvaltılık atıştırırken, karşıdaki tesisten bir bekçi, pardon, bir bekçi köpeği geliyor yanımıza. Güzel cins bir Hussky. Üç beş kelimeyle bize ısınıyor. Uzun zamandır aç olduğu her halinden belli. Yeni dostumuzun kahvaltısı da akşamki levreğin iskeleti oluyor. Zirve için gerekli malzemeleri yanımıza alıp 8.20’de 1500 metredeki kamp yerinden orman içine giriyoruz. Orman kenarından yeni açılan bir toprak yol görüyoruz. Sandras zirvesine yeni açılan toprak yol üzerinden araç ile çıkılabilir gördüğümüz kadarıyla da, bu doğaya saygısızlık olur.
Dostumuz da dağcı olmaya karar verdi. Her türlü sempatik davranışlarla peşimizden bir saniye bile ayrılmıyor. İki saat orman içinde ara vermeden yükseliyoruz. Kaynak suları temmuz sonunda bile gürül gürül akıyor. Toprak kızıl renkli. Sandras Dağlarındaki pınarlar, kırmızı topraklı bölgelerden çıkıyorsa “Kızlan Suyu” olarak adlandırılıyormuş. Sert granit kayalar; yeşil, eflatun, kırmızı renklerde, elle boyanıp cilalanmış sanki. Enfes bir görüntü!
Yer yer çamların üzerinde bir çeşit parazit olan “gevildek” adı verilen yeşil yosunlar var yoğun olarak. Ağaç kesimi de gözümüze çarpıyor.”Yazık!”.
Beş dakika su molası veriyoruz. Sevimli dostumuz için su koymamıştık çantaya. Durur durmaz bir ağacın gölgesine atıyor kendini debelenerek.”Çok yoruldum, öldüm bittim, susadım.”,mesajını anlayışla karşılamak lazım. Bir şişe suyu ona tahsis ederek biraz dinlenmesi için bekliyoruz. Tam hareket ederken sesimizi duyan irili ufaklı domuz sürüsü önümüzde beliriyor. Bizim sesimizi duyunca kaçışıyorlar. Köpek de havlayarak peşlerinden. Ne yapacaksa? Umarız domuzlar hevesini anlayışla karşılar da zarar vermezler. Bir süre sonra kazasız, hasarsız aramıza katılıyor tekrar. Orman ve set kayalık bölgeden ilerleyerek zirveye 11.10’da ulaşıyoruz. Zirveden, açık havada, Gökova körfezine kadar olan bölge ve yarın geçeceğimiz Çaldağı görülebiliyor. Bizim bahtımıza yoğun bulut katmanları, görüş alanı sınırlı. Zirveden Kartal Gölü’ne doğru yılkı atlarını görmek bizi çok mutlu ediyor.Bir tek onlar özgür galiba burada.Doğal düşmanları kurtlar da yok şanslarına.

Öğle yemeği zirvede. Yeni dağcımız da acıkmıştır. Dağcılar paylaşır da maalesef vejetaryenin çıkınında ikram edecek pek bir şey yok ona uygun. Çavdar ekmeğine patisini kıpırdatıp yüz bile vermedi. Birkaç parça peynirle idare etsin artık.
12.15’te zirveden inişe başlayıp 14’te kamp yerine ulaşıyoruz. Kış dağcılığı çok keyifli olur burada. Sandras çok kalabalık olmaya başladı. Gelen gidenin arkası kesilmiyor. Çadırımızın etrafında, vejetaryen oldukları her hallerinden belli birileri görünüyor uzaktan. Çadıra zarar vermiş olmasınlar! Dağcı köpek dostumuz birden saldırganlaştı. Köpek havladıkça, istiflerini hiç bozmadan otlanmaya devam eden misafirlerimiz, inekler. Böğürmeye başlıyorlar köpeğin havlamasına cevaben. Tam gürültünün ortasındayız. İnek kardeşlere de karpuz, kavun kabukları ikram ediyoruz.
Çadırı toplamadan önce, “üzerimizdeki tozu, toprağı silkeleyip biraz dinleniriz”, diye düşünüyorduk. Biz dağa tırmanırken karşımızdaki tesise iki otobüs Rus turist gelmiş. Kimileri balık avlıyor, kimileri güneşleniyor. Keyfimiz kaçtı, biran önce gidelim buradan. Hızla kamp yerini toplayıp köpek ve ineklerle vedalaştıktan sonra yola koyuluyoruz. Kartal Gölü yolu üzerinden Çaldağı’na gideceğiz.
Kartal Gölü’ne sapmadan kuzeydoğuya doğru dağların içinden devam edersek bir saat içinde varırız, diye düşünüyoruz. Gps’de kaydeder yeni rotayı. Dağların, vadilerin arasında döne döne yeni bir rota keşfetmek çok heyecanlı olacak. Sola dönen yollar bizim işimize yarar.”Çaldağı’nı karşıdan görürsek yolu kolay buluruz “diyoruz. Diyoruz da hesabımızdan başka bir senaryo varmış yaşamamız gereken. Gezinin bu bölümü altı saat sürecek ve bizi de arabayı da çok yoracak bir OFF-ROAD !
Yol heyelandan kapanmış. Kaya kütlelerinin üzerinden geçmeye çalışıyoruz. Bazı yerlerde yol uçmuş. Taş dizip üstünden geçiyoruz. Otların büründüğü orman içinde bitiyor bazen de. Geri dönmek için alan yok. Geri geri gitmek zorunda kalıyoruz. Devam ediyoruz. Alternatif yol arıyoruz. Yol bitti gene. Yanımızda akan dere içinden gidiyoruz bir süre. Çok gerginiz, yorulduk. Yanımızdaki meyveler de tatlandıramıyor ağzımızı. Devamlı sallanmaktan yiyemiyoruz ki. Çok dikkatli olmak lazım! En küçük bir dikkatsizlik araca da, bize de zarar verir. Bedeli ağır olur. Araç bozulsa, yardım istemek mümkün değil.
Dağ bir türlü görünmüyor. Bazen ağaç kesimi yapan kamyonlar çıkıyor karşımıza. Yol vermek için neredeyse iki lastik üzerinde durmak zorunda kalıyoruz. Birkaç yayla evi çıkıyor karşımıza, önünde traktörle.”Yayla domatesi alırız gelmişken”, diyerek kendimizi motive etmeye çalışıyoruz, ama yol yayla köylerinin çok üstünden devam ediyor, ulaşamıyoruz yanlarına. İlerlemekten başka çare yok.
Birkaç teneke çatı parlıyor uzaktan. Neyse,”En azından insanoğluna yakınız.” ,diyoruz. Ulaştığımız yer hayatımızda ilk ve son defa göreceğimiz bir imalathane oysa. İlkel bir Odun kömürü imalathanesi! Ağaçlar kesilip odunkömürü yapılıyor, katranlar kaynatılıyor. Doğa katliamı her yerde dedik ya.Bu çağda kok kömürü,hem de yolların ulaşamadığı mecralarda.
Yol gene çıkmadı. İşçilerden biri, imalathane deposu görünümündeki yerin aslında yol olduğunu söylüyor. Dereyi solumuza alıp devam edersek Nif Dağı(Çaldağı)eteğine çıkarmışız. Dereyi solumuza alamadık. Yol yok çünkü. Derenin içinden geçiyoruz. Devamı çok şükür yola bağlandı! Dere kanyonla birleşiyor. Biz derin ve muhteşem akan bir kanyonun üstüdeki köprüdeyiz. Kanyon kenarında gene ilk ve son defa göreceğimiz dev bir balık üretme çiftliği.Bir yayla evinin tarlasından birkaç domates alıyoruz.Çaldağı görünüyor artık.Nihayet Nif Köyü’ne ulaştık.Meyvecilik çok yaygın,dallarda meyve olsa gidip isteyelim köylülerden parasıyla.Ara mevsim yok maalesef.Tamam dalından güzel olur ama yanımızdaki meyveler en az on gün yeter bize.
Köyü geçer geçmez sol koldan dağ yoluna giriyoruz nihayet. Saat 20.30 civarı. Dağın eteği kızılçamla kaplı. Birkaç yüz metre sonrası ise enfes sedir ormanları. Orman içinde yeni yol açılmış, yangın gözetleme kulesine kadar gidiyor tahminen. Sedir ormanlarının içine girip çadırımızı kuruyoruz hava kararırken. Çok uzun, macera ve stres yüklü yolculuk sonrası doğanın büyük bir lütfu; taptaze çam ve sedir kokusu ve envai çiçek arasındayız. Tek ses uykuya dalmadan önceki kuşların şakıması ve dalların rüzgârla fısıltısı. Biraz meyve atıştırıp uyuyoruz çabucak. Doğanın kalbi çok iyi hissettiriyor, kendimize geliyoruz. Sabah kalktığımızda gerginlikten eser yok. Müthiş bir yaşama coşkusu, dinçiz. Çaldağı’nı alt etmeye hazırız. Çok nazlandı bize yüzünü göstermek için!
Orman içinde sedirler ve diken çiçekleri arasından yükseliyoruz. Sedirlerin devamında elli metre kadar kayalık bölümü de aştık. Yaklaşık iki saat sonra 2124 metredeki zirveye ulaştık. Zirve defteri yerine yangın gözetleme kulesi çıktı karşımıza! Kulenin terasında kır saçlı bir adam ve bizi kovalamaya çalışan dev bir çoban köpeği. Ergun Bey, orman gözetleme görevlisi. Çok misafirperver. On beş gün öncesine kadar yol tamamen kapalıymış. Kar çok geç kalkmış bu sene. Birkaç gün önce erzakları, su ve keçilerini traktöre yüklemiş Arpacık Köyü’nden gelmişler eşiyle. Köpeği yatıştırıp bizi davet ediyor evine. Eşi kahvaltı hazırlamaya başladı bile. Biz zirvenin en tepe noktasına çıkmak için müsaade istiyoruz biraz.
Zirve’den Rodos’a kadar lacivert deniz alabildiğine görülüyor. Çameli ve Dalaman’ın köyleri, Ortaca, Köyceğiz ve Gökova’ya kadar uzanan bölümü.Şansımıza hava açık,çok net görülebiliyor.Sandras zirvesinden görememiştik dün.
2080 metrelik bir dağ zirvesinin bizi, taze keçi sütünden, peynirine, yeni demli çaydan, menemene enfes bir köy kahvaltısı ile buyur edeceği hiç aklıma gelmezdi. Sandras’ta içemediğimiz demli çay da burada bekliyormuş bizi. Her an sürprizlerle dolu macera sevenlere. Ergun Bey ve eşiyle sohbet ediyoruz kahvaltıda. Dönme vakti geldi, diyerek ayrılıyoruz yanlarından. Kamp yerine süratle inerek eşyaları topluyoruz.
Dönüş yolculuğu sahilden; Arpacık ve Üzümlü Köyü’ne girelim. Her yer üzüm bağları ile dolu bu yemyeşil köylerde.Ne yazık ki bağbozumu mevsimi değil.İştahımızı eylüle saklıyoruz”Eylül’de gel”,şarkısıyla. Yolumuz Fethiye, Saklıkent, Kalkan, Finike, Kaş üzerinden devam ediyor. Akvaryum türkuaz cennet Kaputaj Plajı’nın serin sularında biraz mola veriyoruz. Enfes bir koy. Yabancı turist doluşmuş. Duş yok ama çözüm biraz ilerideki Akçagerme Plajı! Biraz daha yüzüp duşlandıktan sonra Antalya’ya dönüyoruz çok renkli bir etkinliği yaşamış olmanın coşkusu ve tatlı yorgunluğuyla.









Ebru Ozagca