6 Nisan 2010 Salı















KÖPRÜLÜ KANYON-DELİSARNIÇ-BALLIBUCAK-KESTANELİK
3.04.2010


Doğa ve tarihin binlerce yıldır birbirini kucakladığı benzersiz güzellikte Ballıbucak-Kestanelik-Delisarnıç arasında keşif yapacağız. Gün ışığından mümkün olabildiğince faydalanıp alternatif rotaları da öğrenmek istiyoruz. Uzun bir gün olacak.
Sabah 06.30’da Antalya’dan hareket ediyoruz. Köprülü Kanyon’u ve Romalılardan kalma antik Oluk Köprüyü geçip Köprüçay nehri ve orman boyunca ilerliyoruz. Selge Antik Şehri ve Altınkaya Köyü arasındaki patikadan devam ediyoruz. Ovacık Dağı ve Bozburun Dağı’nın dimdik karlı zirveleri bahar güneşi ve çiçek açmış ovalarda enfes bir panorama oluşturuyor.
Tahta bir çit yolu kapadı. Sürgüsü kilitli ise başka bir çıkış yolu bulmamız lazım. Neyse ki itince çitin altına monte edilmiş el arabası tekerleği ile kapı kolayca açılıyor. Hayvanlar kaçmasın diye yapılmış bu çit kapılar. Birkaç yerde daha karşımıza çıkıyor.
“Kahvaltı yapabileceğimiz bir yer var mı?”,diye soruyoruz köylülere.”Kahvaltı değil ama size rehberlik yapabilirim.”, diyor köylünün biri. Yaz boyunca yerli ve yabancı grupları civarda dolaştırıyormuş! Amatör turizm iyi günler diler.
Bahar çiçekleri açmış ormanda gizlice ekilmiş buğday tarlaları. Manzarası bol bir alanda biz de kendimize yer açıp kahvaltımızı kendimiz yapıyoruz.

Bir süre daha yol alıp 8.25’te Oluk beldesine varıyoruz. Uygun bir viraj kenarında aracı park edip ormanın içine giriyoruz. Şöyle bir bakalım etrafa. Çantaları çıkarmayalım şimdilik arabadan. Patika keşif için çok uygun. Köknar, ardıç ve çamların arasında, büyük kalker kayaların üzerinden hızla yükselerek boğaza ulaşıyoruz. Enfes bir manzara. Boğazdan vadiye inen yolda bir ara patika kayboldu. Akıllı bir manevra yapıp patikayı buluyoruz tekrar. Domuzların eşelediği toprak yolda bir tek bizim izlerimiz. Orman içinde devam edip bir buçuk saat sonra bir köye çıktık. Keşifte heyecan, sürpriz ve bilinmezliğin cazibesi. Burada yaşayanlardan da bilgi almak gerek.



















Delisarnıç buradan ne kadar sürer?”,diye soruyoruz karşımıza çıkan bir kadıncağıza.”Burdan beş gilometre ya va ya yoh.Siz Susa yolunu tagip edin.Goleyce gidesiniz arabaylan.”diyor.”Biz arabayla gitmek istemiyoruz.Dağcıyız .Orman içinden,patikadan yürümek istiyoruz.”,diyoruz.”Ha şuudaki Bozburun’a gidin,gaarda da yatin.”,diye cevap veriyor.Şaka mı ciddi mi anlamadık.”Biz ,göylü yürümesi yarım saat -gırk dakka anca va burdan öteye.”,diye tamamlıyor sözünü.”Peki.Sana kolay gelsin.”diyoruz. Yanımıza oldukça yaşlı biri geliyor bu sefer. Biraz önce tamamen doğanın içindeydik. Şimdi ise halkın kucağında!”Türk müsünüz, turist mi?”,diye soruyor emicem.”Türküz, Türk!””Peki vatanınız nedir?”Hayda! Lisanımız aynı Türkçe ama deyişler çok farklı.”Haki anlıyor neyi sorduğunu emicenin.”Antalya’dan geliyoruz.”diye dindiriyor merakını.















Birkaç köy evini geçerek ormana giriyoruz tekrar. Kestane, ceviz ağaçları arasından DeliSarnıç’a ulaşmamız yarım saat değil tam iki saat sürüyor hızlı tempoyla üstelik. Arabadan suları yanımıza alsaydık keşke.
Saat 12’ye 10 var. Karşımıza çıkan ilk köy evinden bir bardak su rica ediyoruz. Esma ve Mustafa Aslan çifti bizi buyur ediyor. Emekli olduktan sonra Antalya’dan buraya yerleşmişler.20 senedir yaz kış burada yaşıyorlarmış. Milli Park ilan edilmiş bölge, ilan edilmiş edilmesine de antik sarnıçların etrafındaki geniş ormanlık alanları köylüler tellerle çevirmiş; Tarım ve hayvancılık yapıyorlar. Milli park, kamu arazisi hiç fark etmez. Benim kentlim, benim köylüm işini bilir!
Doğal ceviz ve kestane ağaçları bol bu bölgede; Antalya civarında tek kestane yetişen yer burası. Yüzlerce yıldan günümüze gelmiş dev gövdeli, çınarımsı kestane ağaçları.
Bu sene kış çok yaman geçmiş. Biz de Bozburun’un eriyen kar sularından içiyoruz kana kana.”Arabayı alıp gelelim de, bir soluklanırız burada.”,diyerek hızla ayrılıyoruz yanlarından. Araba yolundan yürürken, siyah bir jeep yanaşıyor “Hello!”,diyerek yanımızdan geçiyorlar. Onlar mı yabancı, bizi mi yabancıya benzettiler?
Yarım saatte arabanın yanına ulaşabildik. Arabayla aynı yolu geçmek de bir on dakika sürüyor; çok dönemeçli ve bozuk çünkü.
Esma Nine biraz önce gördüğümüz siyah jeepten inen çifte bir düzine saç ekmeği ikram ediyor.”Where are you from?”diyor yabancı çift Haki’ye.”Türküm Türk. Ya siz?”İsrail’den geliyorlarmış. Tahta çitleri nasıl açıp geldiler buraya biz bile bilmezken! Bölgeye İsrailliler çok geliyormuş mevsim ısınınca. Bizimle ilgili her şeyi bizden daha iyi bildikleri kesin. Kendi menfaatleri için elbette. Ellerinde İbranice Türkçe bir kâğıt. Çiftin bayan olanı ekmeği alıp”Tekşür edrim.”,diyor kâğıttan okuduğu kadarıyla.”Çok yapmacık.”,diye düşünüyorum içimden. Bizim memleket insanı hep konuksever. Haki, Esma Nineye dönüp ”Ekmeğin parasını alın.”,diye öğüt veriyor.
Öğlen oldu. Esma Nine,ayran yanında katıksız köy yumurtası ikram ediyor bize.”Benim davuhlar buudaydan belli bişi yimezler,ooganik yumuuta bunlaa”,diye övünerek. Mustafa Amcayla da biraz sohbet edip sarnıçlara yürüyoruz.














Antik sarnıçlar mistik bir ciddiyetle gökyüzüne yükseliyorlar. Kapadokya’dayız sanki. Konglomera kayalarından oluşan sarnıçlar; kum ve çakılın basınçla birleşmesi ve zamanla sertleşmesi sonucu oluşmuş. Antik dönemlerden bugüne her türlü zor koşullardan çıkıp sapasağlam gelmişler günümüze ama birkaç sene önce insanların kazı yapmaları, tahrifatları, hayvanları sulamak için kullanmaları sebebiyle çökmeler olmuş yer yer.
Arabayı burada bırakmaya karar verdik.13.15’te yola düşüyoruz tekrar. Mustafa Amca dev kestane ağacının akabinde ceviz ağaçlarından çıkan patikaya eşlik ediyor bizimle. Konglomera kayalar burada da çok farklı bir güzellik sunuyor; Agora’da toplantı yapan dev insanlar gibiler son derece şekilli hatlarıyla. Sağından solundan tepesinden çıkmış ağaçlar, soluklanıyorlar. Bazı kayalara saç olmuş yemyeşil sık sarmaşıklar.














Sık orman içinden dik meyille yükselen belli belirsiz patikadan Hacıyurdu mevkiine bir saat sonra ulaştık. Bahar çiçekleri birkaç hafta içinde burayı rengârenk süsleyecek.1350 metreye yükseldik ama Ballıbucak gözükmüyor henüz. Orman içinde patikadan devam edelim. Karşımıza ormanın içinde büyük bir alana tek başına çit geçirmeye çalışan yaşlı bir köylü çıkıyor.80 yaşlarındaki Bayram Dilsiz, bize tarif ediyor nasıl gideceğimizi. Ballıbucak buradan iki-üç saat sürermiş.”Siz eyisi mi Gestanelik yoluna girin şu malların yemlediği gaaşıdaki çam ağacından sağya sapıp.”,diyor. Peki, emice, seni mi kırıcaz. Sen de maşallah yaşına göre çok iyi görünüyorsun.
Belli belirsiz yolda zaman zaman patikadan patikaya geçerek,yeni çok kullanılmayan patikaların izini sürerek,,zaman zaman geri dönerek Ballıbucak köyünün eteğine 16:00 civarı varıyoruz.Gün bitmeden Delisarnıç’a çıkalım kestanelik mevkiinden.















Anıt kestane ağaçları dev kayalara bırakıyor yerini. Yan yana dizilmiş kayaların arasında çok rahat gecelenebilir çadırdaymış gibi. Kayaların arasındaki dar yollar ise antik dönemlerden kalma birçok döşemealtı yollarıyla devam ediyor.Taş basamaklar son derece düzgün.Bu yollardan geçmek bize de nasip oldu!
“Ne güzel! Hiç çöp, insan izi de yok.”,diye düşünürken pet şişeler, çöpler çıkmaya başlıyor etrafta. Zaten on-on beş dakika sonra da Delisarnıç’ın diğer yakasındaki yerleşim alanına çıkıyoruz;”İnsan demek, atık demek, çöp demek.” ,tezini doğrularcasına.
Döşemealtının bittiği köşedeki bahçenin sahibi Şaban Bey “Maşallah Türkçeyi benden güzel konuşuyorsun.”,diyor Haki’ye. Buraya galiba sadece yabancılar geliyor. Bizim Türk olduğumuzu bir türlü kabul edemiyorlar buranın insanı.”Hanım kız Türk mü peki?”,diye soruyor bu sefer! “İsrailliler çok geliyor, bazen de Almanlar.”diyor. Birer bardak sularını içip Delisarnıç’ın diğer yakasına, arabayı bıraktığımız yere varıyoruz. Saat altı olmuş.
“Uzun ve çok keyifli bir keşif oldu. Sabah, Köprülü Kanyon üzerinden gelmiştik. Dönüşü Hasdümen köyü üzerinden yapalım. Buradaki Balıkçı Nihat’ın yerinde kendimizi ödüllendiririz.”,diyoruz, diyoruz da Hasdümen Köyü’ne bağlanan yol, ödül değil ceza oluyor bize! Kıştan yeni çıkmış yol. Yağışlardan yer yer çökmüş, yarılmış. Taşlar, kayalar yolu kapatmış. Geri dönülebilecek bir alan da yok. En fazla 20 km hız yapabiliyoruz araçla. Plansız programsız Off-road safari yapmak zorunda kaldık.Hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. Yaklaşık iki buçuk saat sonra bozuk yol bitti. Nispeten daha düzgün bir yoldan devam eden yol bizi balıkçıya ulaştırdı nihayet.
Karnımızı doyurup hoşbeş sohbet ediyoruz. Tavşankanı çaylarla yorgunluğumuzu kandırıp yola koyuluyoruz tekrar. Köyden çıkıştaki köprünün başını tutmuş iki kişi ”Durun, durun!”, diye bağırıyor bize. Biri fenerini arabanın içine, sonra da yüzümüze tutmaya çalışıyor.”Ya siz kimsiniz. Ne hakla bizi durdurmaya çalışıyorsunuz!”,diye kızıyor Haki. Yolda karşılaştığımız jandarmaya durumu anlatıyoruz.”Köyde hayvan hırsızlığı çok oluyor. Köylüler de kendilerince böyle bir çözüm bulmuş. Bölgeden geçen büyük yabancı araçları kontrol etmeye çalışıyorlar.”diyor jandarma.”İyi de kanun var, nizam var.”Her aklına esen kanunu ben yaparım, ben uygularım derse vay halimize!”
“Keşifler hep sürprizlerle dolu olur, ama bugün oldukça farklı bir gün oldu.”,diyerek varıyoruz Antalya’ya gece sularında.

Ebru OZAGCA
Haki ENGIN

TAYVAN-JADE (YUSHAN DAGI)ZİRVESİ

Tropikal adalarda geçirdiğimiz maceralı yolculuk, Bali’de geçirdiğimiz birkaç günün ardından sona eriyor. Gezinin ikinci bölümü Tayvan topraklarında devam ediyor.
3-14 Mart 2010















Serüvenle dolu gezinin ikinci bölümü; Endonezya’nın tropikal adalarından Doğu Asya’da, Çin Cumhuriyetinin güneydoğu sahillerindeki en büyük adası subtropikal Tayvan’a, diğer bilinen adıyla Formoso’ya çeviriyorum yönümü.
Endonezya’da, muson yağmurları gerekçesi ile dağın ve milli parkın tüm girişlere kapatılması sebebiyle dağa çıkamadık. Tayvan’da mutlaka en yüksek zirve, 3952m. yükseklikteki Jade’ye(Yuhsan)çıkmayı deneyeceğim.
Uzun bir yolculuk bekliyor beni. Bali’den Jakarta’ya oradan da Malezya’nın başkenti Kuala Lumpur’a varıyorum gece yarısı. Kuala Lumpur’dan Tayvan’ın başkenti Taipei’ye uçuşum ertesi sabah. Dört saatten fazla sürüyor uçuş. Öğle saatleri havaalanındayım. Tarih 3 Mart 2010.
23 milyonluk kalabalık nüfusuyla Tayva,n tahmin ettiğimden çok modern ve düzenli. Küçük bir ada için oldukça kalabalık bir nüfus; Japonya’ya çok benziyor.
Tüm işaret ve levhalar Çince ama yardım almak çok kolay. Arayıp sormama gerek kalmadan hızlı trenlere biletimi alıyorum. Saatte 300km. hız yapan tren, Japon teknolojisi ile 2007’de hizmete girmiş. Batı sahilinde Taipei’den Kaohsiung şehrine kadar toplam 345 km. mesafe gidiyor. Ben Jade Dağı’na yakın Tayvan’ın güneyinde yer alan Tainan şehrinde ineceğim. Tren çok modern. Yemyeşil ormanlar ve modern yapılar arasından süratle gidiyoruz.
Akşam beş gibi Tainan’da iniyorum. Hava ılık. Endonezya’nın ağır, bunaltıcı nemli havasından sonra nihayet burada nefes alınabiliyor. Bir taksiyle şehir merkezine geliyorum. Çok modern bir tatil kasabasını andırıyor şehir; düzenli ve temiz. Tayvan’ın dördüncü büyük şehri 1600lerden 1800’lerin sonuna kadar ülkenin başkentiymiş burası.
















Şehrin ana caddesi bizim küçük şehirlerdeki Cumhuriyet Caddesi benzeri.Cadde üzerinde bir otele yerleşiyorum. Şehirler çok ilgimi çekmez ama biraz tanımaya çalışıyorum akşamüzeri. Tarihi binaları ve harabelerinin yanında şehre özgü Tainan kanalı, Japon sömürge döneminden kalma. Bu kanal ile Anping Limanı’ndan deniz, şehrin içine kadar giriyor. Buradaki “Deniz Tanrıçası” heykelinin de kısmet ve sağlık dağıttığına inanılıyormuş.













Şehrin diğer bir özelliği, benim de en çok ilgi alanıma giren, Tayvan mutfağının en iyi örneklerini sergilemesiymiş. Çok büyük, ışıl ışıl, temiz ve modern vejetaryen bir lokanta çıkıyor karşıma. Akşam yemeğinde buradaki birbirinden lezzetli yerel yiyeceği denedikten sonra dinlenmeye çekiliyorum.
Sabah saatleri; çok güçlü bir sarsıntı ile yataktan fırladım. Otel zangır zangır sallanıyor. İçgüdüsel olarak odadaki kolonun altına koşup bekliyorum. Bu bir deprem! Dışarıdan gürültü ve çığlıklar geliyor. Hiç bitmeyecek gibi gelen sürenin sonunda sallantı dindi gibi. Moralim bozuldu. Türkiye deprem kuşağında ama ben hayatımda ilk defa bir yersarsıntısını bu kadar yakından yaşıyorum, hem de köyümden binlerce kilometre uzaktayken ve geldiğim günün sabahı oluyor tüm bunlar.
Dışarı çıkıyorum. Şehirde korktuğum gibi bir manzarayla karşılaşmıyorum ama.”Ring of Fire” denen pasifik deprem kuşağındaki Tayvan’da altyapı çok iyi. Bir yere oturup haberleri izliyorum.6,4 şiddetindeymiş maddi hasar az, can kaybı onlu rakamlarla telaffuz ediliyor. Aynı günlerde dünyanın diğer ucunda, bizde, Elazığ’daki deprem ise on bin kişiyi yerinden ettiğini öğrendim daha sonra. Bulunduğum şehirdeki depremde bir tekstil fabrikasında çıkan yangından görüntüler tüm dünya televizyon kanallarında. Bir de deprem sırasında hızlı trende olan ve saatlerce sıcak altında trenden kurtarılmayı bekleyenler. Dün yola çıkmasaydı, belki bugün ben de bu trende olacaktım.
Şimdi düşünüyorum da hayat tesadüf ve mucizelerle dolu. Anı yaşayabilmek bu noktada çok daha büyük anlam kazanıyor.
Gün boyu artçı depremler devam etti. Bu doğal felaketin yarattığı moralsizlik içinde akşama doğru kendimi halsiz hissetmeye başladım. Odama çekilip dinleneyim en iyisi.
Aylar önceden Jade Dağı’na çıkmak için Milli Park yetkilileri ile görüştüm. Catherine adlı park görevlisi, Milli Parka giriş günümü 8 Mart olarak bildirdi Dört günüm var daha.
Gece ateşim yükseldi birden. Müthiş bir mide sancısı ve bulantı başladı. Tüm vücudum titriyor. Baş ağrım şiddetli. Sabahı zor ediyorum, kıvranıyorum. Gün aydınlandı ama yataktan çıkacak halim yok. Bayılır gibi oluyorum bir ara.
Odaya yiyecek bir şeyler istetiyorum kendimi toparlarım ümidiyle, ama maalesef kendime gelemedim. Kötü sürprizler üst üste devam ediyor. Yıllardır seyahat ederim ama deprem ya da böyle bir hastalık gibi bir durumla ilk kez karşılaşıyorum. Dağa gideceğim güne kadar toparlanmam lazım. Oysa şu an banyoya bile gidecek halim yok. Dağa çıkamazsam çok üzüleceğim. Tekrar arıyorum resepsiyonu. Benim acilen bir doktora görünmem lazım. Güç bela bir taksiye atlayıp özel bir hastaneye ulaşıyorum. Tüm çalışanlar çok yardımcı. Az biraz İngilizce bilen doktor, rahatsızlığımın bir virüsten kaynaklanabileceğini söylüyor. Dağa çıkmak için geldiğimi söyleyince,”Kesinlikle tavsiye etmem bu durumda, Siz şu ilacı bir kullanın. Oldukça güçlüdür. Kontrole bekliyorum dört gün sonra.”,diyerek beni yolcu ediyor. Dört adet tablet yazılı reçetede. Eczaneden alıp otele gidiyorum.
Tüh! Fare gibi sıkıştım kaldım dört duvar arasında. Moralimi yüksek tutmam çok zor. İlacın etkisiyle ertesi gün öğle saatlerine kadar uyumuşum. Mide ve baş ağrısı devam ediyor hâlen. Odadan çıkmıyorum hiç. Otel odasındaki üçüncü günüm. Biraz daha iyiyim sanki.
Kafamda bir umut ışığı beliriyor. Dağ beni davet etti. Mutlaka gitmem lazım ziyaretine. Milli parkı arayarak önceden belirlendiği gibi 8’inde park girişinde olacağımı teyit ediyorum. Enerji depolamam lazım şimdi. Dışarı çıkıp mümkün olduğunca bir şeyler yemeye çalışıyorum. Son ilacı da aldım. Kendimi iyi hissediyorum şu an. İyi ki hemen doktora gitmişim.
Hızlı trenle Yushan Milli Parkı eteğindeki Shueilli kasabasına bir buçuk saatte ulaşıyorum. “Erik ülkesi” olarak da bilinen Shueilli’nin erikleri çok meşhur. Bu mevsimde erik ağaçları çiçek açmış. Çok modern bir kasabadayım. Bir pansiyona yerleşip çevre ve Jade Dağı ile ilgili bilgi toplamaya çalışıyorum. Bölgede organik meyve yetiştirdiğini anlatan güler yüzlü biri, bana yardımcı olmak istiyor. Arabasıyla iki saatte beni virajlı, zorlu dağ yollarından milli park girişine kadar götürüyor.

















Girişte görevliler listelere bakıyor, izin belgemi soruyor. Benimle ilgili hiçbir kayıt yok.
“Sizden Catherine isimli biriyle görüşmüştüm. Benim işlemlerimle o ilgilenecekti.”,diyorum. Kimse tanımıyor. Yabancılarla iletişimde İngilizce isimler kullandıkları için gerçekte kiminle görüştüğümü bulamıyorlar bir türlü. Israrlarım faydalı olmadı. Neyse ki yazışmaların çıktısı yanımda. İkna oluyorlar nihayet. Ekipman ve çanta kontrolü yapıyorlar şimdi.
”Zirveye çıkmanıza izin veremeyiz.” ,diyorlar bu sefer. “Bugün zirvede buz ve kar çok olduğu için kramponsuz bir dağcı kaza geçirdi. Geçici bir önlem olarak kramponu olmayan hiç kimsenin zirve yapmasına izin verilmiyor. Sizin de kramponunuz yok.”













“İyi de ne internet sitenizde, ne de sizinle yaptığım yazışmalarda gereken malzemelerde bunu belirtmediniz. Buradan kiralayamaz mıyım?”
Cevap olumsuz. Benimle birlikte dağa çıkacak grupta da kimsede yok krampon.
Ben ve iki Çinli çiftten oluşan grubumuzun sadece batı zirvesine çıkması için onay verip evrakları teslim ediyorlar. Yağmur şiddetli. Sabah 10.30’da Tatachia’daki geniş patikadan yürüyüşe başlıyoruz. Birkaç gündür yaşadığım berbat hastalık belleğimden tamamen çıktı. Tamamen dağa odaklandığım için belki de.








Jade’nin İngilizce karşılığı yeşim taşı. Dağın zirvesi kışın yeşim taşı gibi ışıldadığı için bu adı almış. Bitki örtüsü ve hayvanlara zarar verilmemesi için sadece dar bir patika açılmış dağcılara. Zaten arazinin yapısı, subtropikal çok sık bitki örtüsü ve uçurumlar patikanın dışına çıkılmasına imkân tanımıyor. Arazi yapısı hiç bozulmamış. Doğal bir şekilde korunuyor gelecek kuşaklar için. Dik uçurumların kıyıları bir insanın geçebileceği genişlikteki tahta köprüler veya dik duvarlara çakılan sabit zincirlerin desteği ile geçilebiliyor. Milli park çok iyi korunuyor!













Dağın eteğinde sık ve geniş yapraklı subtropikal iklim kuşağı bitkileri var; kestane, defne ve çam ve endemik rengârenk çiçekler iç içe. Binlerce yıllık görkemli anıt ağaçlar özgürce nefes alıyor. Endemik bitki örtüsünün yanında endemik hayvanlar; kuşlar, kelebek çeşitleri, sülün, ayı, makak, Asya geyiği, milli park sınırları içinde. Yürüyüşe başladıktan kısa bir süre sonra yağmur diniyor. Rengârenk kuşlar ortaya çıkmaya başladı.







Yükseklere doğru meşe, köknar ve çınar benzeri ağaçlarla ormanlık alan devam ediyor. Dağ dik ve kayalık. Derin uçurumlardan yuvarlanan taşlar sık sık karşımıza çıkıyor. Çarşak geçişi Çinli çiftleri oldukça zorladı. 2500 metrelere kadar 10 derece olan sıcaklık,3000 metrelerden sonra 3 dereceye düştü. 3402 metredeki ana kamp yerimiz Paiyun’a beş saatlik tırmanış sonunda ulaşıyoruz. Bu irtifada ağaçların üzerinde kar var.
Buradaki dağ evinde dinleneceğiz sabahın ilk saatlerine kadar. Birkaç Japon grup birkaç günden beri burada kalıyormuş. Dağın ana zirvesine çıkabilmek için krampon arayışım devam ediyor. Japonların hepsinin yanında krampon var.Şu anda zirveye çıkmayacak olsalar da krampon kiralama teklifime sıcak bakmıyorlar.
Sabah 3’te zirve için yola çıkıyoruz. Bizim gruptaki erkeklerden biri gelemiyor. Akut olmuş. Eşi de çok zorlanmıştı dün, buraya hep birlikte çıkabilmek için bir saatten fazla beklemiştik onu. Zirveye çıkmak için oldukça hırslı ve ısrarlı.
Alın fenerlerimizi takıp yola çıkıyoruz. Yarım saatlik dik tırmanıştan sonra gruptaki diğer er kişi de şiddetli baş ağrısı sebebiyle dönmeye karar verdi.”Yavaş yavaş dönerim. Siz merak etmeyin.”,diyor bana.
Zorlu patika çok belirgin değil, yer yer görünmüyor bile. Şiddetli rüzgâr ve dik meyil tırmanışı zorlaştırıyor. Sulu sepken altında uçurum kenarlarından ağır ağır yükseliyoruz. İki saatlik dik tırmanışla ana zirveyi çevreleyen kuzey, güney,doğu ve batı zirvelerinden 3518metre yükseklikteki batı zirvesine ulaşıyoruz. Ana zirveye sadece 400 metre var. Aklım zirvede kaldı ama çıkmak için gerekli iznim yok.











Mart ayında zirve yoğun karla kaplı. Zirvede de köknar ve ladin ağaçları ile ormanın içindeyiz hala. Zirvede “Oh be! Sonunda başardım.”,diyorum. Çok mücadele verdim bu anı yaşayabilmek için.
On-on beş dakika kaldıktan sonra inişe geçiyoruz. Gün aydınlandı. Yağış da kesildiği için çıkış rotasında göremediğimiz enfes güzellikleri görme fırsatımız oluyor inişte. Dağ evinde bekleyen arkadaşları da alıp, biz önde, onlar arkada iniyoruz.Saat11’e doğru ana kapıya ulaşıyoruz.
Kasabaya dönünce karnımı tıka basa doyuruyorum ve vakit kaybetmeden Tainan’a geri dönüyorum. Moralim çok yükseldi. Dağı başardım. Bundan iyi hayat mı olur!
Tayvan beni önce çok üzdü, sonra da sevindirdi eşeğini kaybedip bulan Hoca misali.
Bir gün sonra dönüş için Taipei’ye oradan da Kuala Lumpur’a uçuyorum geldiğim rotadan. Tatilimin son günlerini Bali Denizinin sıcak sularında geçirmek üzere, Kuala Lumpur’da geceledikten sonra Jakarta üzerinden Bali’ye geçiyorum.
Beklenmedik iyi-kötü birçok sürprizle dolu bir serüvenin ardından yurda dönüyorum isteklerini gerçekleştirebilmiş olmanın verdiği dinginlik ve huzurla.

Haki ENGIN
Doğa Sporcusu ve Gezgin